İslam dünyası ‘Ey insanlar’ deme yeteneğini yitirdi
.
Dücane Cündioğlu: 12.12.2015
Bugünlerde
hava kurşun gibi ağır... İslam dünyası, tarihinin en büyük krizini yaşıyor.
Amerika, Müslümanları ülkeye sokup sokmamayı tartışıyor. Ortadoğu mezhep
kavgasına teslim. Bir yandan Putin, Türkiye’den intikam almak için tetikte
bekliyor...
“3.
Dünya Savaşı çıkar mı” sorusu artık gülüp geçilen bir şey değil. Ve insanlığın
birlikte yaşama kültürü, yaşama sevinci yara alıyor.
Bu küresel
krizi derinlikli biçimde anlamak için Batı’yı da Doğu’yu da tanımak gerekiyor.
Hatta iki kültürü birden içinde taşımak...
Düşünür Dücane Cündioğlu’nun
Büyükada’daki evindeyiz.
Girişteki duvarda Kuran’dan sureler de
var; Eski Yunanca ‘Akademia’ tabelası da...
Rusya,
jet krizi, IŞİD... Ne diyorsunuz hocam, dünyanın sonuna doğru emin adımlarla
ilerliyoruz galiba...
- Ne
yazık ki durum çok ciddi. İşin üzücü yanı, Türkiye bu
cehennemin tam da ortasında.
Yıllar önce Bill
Clinton, “21. yüzyılda dünyanın kaderini Türkiye’nin tavrı belirleyecek” diye
uyarıda bulunmuştu.
Ben de “3. Dünya
Savaşı’na giden yolda Türkiye’nin tavrı ne olacak?” başlıklı bir yazı kaleme
almıştım.
Geçen 16 yıl içinde
Türkiye’nin tavrını gördük, umarım daha da kötüsünü görmeyiz.
Bölgede Suudi Arabistan, Katar ve biz;
karşımızda ise İran, Esad, dışardan Rusya ittifak kurmuş görünüyor. Bu
kamplaşma dini ve tarihsel olarak kaçınılmaz mı?
- Hiç kuşkunuz olmasın. Selefiler (Araplar) ile Sünniler (Türkler) bir
tarafta, Şiiler (İranlılar) ise karşı tarafta.
Sünni Kürtlerin
durumuysa ikircimli.
Konjonktür değişse
de Mezopotamya’nın yazgısını daima coğrafya belirlemiştir.
Etnik ve dinsel
ayrımlar da ne yazık ki bu yazgının bir parçası.
İş dönüp dolaşıp
dine geliyor.
Terör örgütleri
tamamen dini iddialarla ortaya çıkıyor.
Kuran
şiddeti onaylar mı?
- Dini
metinler değişik koşullarda değişik biçimlerde yorumlanır.
Hz. İsa her ne kadar
şefkat ve merhametin timsali bir sevgi peygamberi olsa da kilise bu imgeyi
İncil’deki şiddet öneren pasajlar ışığında yorumlamaktan kaçınmamıştır.
Haçlı Seferleri’ni
organize eden bilinç gerektiğinde Kitab-ı Mukaddes’i savaşı destekleyecek
şekilde yorumlarken, başka koşullarda merhamet, şefkat ve hoşgörüyü öne çıkarmıştır.
Bu durum Kur’an-ı
Kerim için de söz konusudur.
Metinler kendi
kendine konuşmaz, konuşturan insandır.
Yorumlayan
bilinçtir.
İslam dünyası aynı
yüzyılda İbn Teymiye’yi de çıkarmış, İbn Arabi’yi de.
Tümüyle karşıt iki
yorumcu.
Hangisi gerçek
İslam?
KURAN-I
KERİM’DEKİ YASAKLAR 5-10 MADDEYİ GEÇMEZ
Uzlaşmacı akımlarda reformist bir çaba var mı?
Yorumlama, yumuşatma
gibi...
Dini
metinleri kafamıza göre değiştirebilir miyiz?
-
Gelenek bunu yapmasa hiçbir din günümüze ulaşamazdı.
Kutsal metinler
değişmez ama güncellenir.
Değişen koşullara
yorumun gücü sayesinde ayak uydururlar.
Hep yapılmış mı bu?
- Elbette.
Dini hukukun yüzde
90’ı en nihayet asırlar içinde ulemanın yaptığı incelikli yorumlardan
ibarettir, yoksa Kuran-ı Kerim’deki yasaklar 5-10 maddeyi geçmez.
Ancak 18-19.
yüzyıllarda İslam dünyası kendisini güncellemeyi, inançlarla dünya bilgisi
arasındaki irtibatı tam anlamıyla kurmayı beceremedi.
“Hırsızın elini kesin”
buyruğu ulema tarafından nasıl tatbik edilmiştir?
Uygulanmayarak.
Caydırıcı,
psikolojik bir araç olarak. İslam tarihinde eli kesilen hırsız sayısı yok
denecek kadar azdır.
Peki “Bunlar dinden saptı” diyenlere nasıl
cevap veriliyor?
- Kuran’da Allah’ın elinden, gözünden söz edilir.
Allah’ın dünya
semasına ‘indiğine’ dair rivayetler vardır.
Çoğu âlim bu
ifadelerin zahiren anlaşılmasını aşırı yorum olarak kabul etmiştir.
Çünkü üç boyutlu bir
cisim gibi hareket etmek Tanrı’ya yakıştırılmaz.
Cisimler çürür, yok
olur.
Bu ifadeler mecaz
olarak görülmüş, ama “kutsal metinde böyle diyorsa böyledir” denmemiştir.
Hem akla uygunluk
hem de toplumun maslahatı dikkate alınarak sadece hukukta değil, inanç
ilkelerinde bile yorumlar sürekli güncellenmiştir.
Modern döneme
kadar...
Modern dönemde neden durmuş?
- 15. yüzyılda İstanbul’u fetheden, 17. yüzyılda Viyana kapılarına
dayanan güç ideolojik dayanaklarından hiç şüphe etmedi, ama barutlu tüfekler,
Amerika’nın fethi, Atlas Okyanusu’na açılan Avrupa ve ardından gelen sürekli
yenilgiler kuşkuya yol açtı, bir ideolojik yetersizlik duygusuna...
Çağın koşullarına
entegre olmak zayıflığın onaylanması olarak algılandığından direnç ve ayrışma
isteği kemikleşti.
Bu ergence bir
tepkiydi.
Eziklik şiddete
dönüştü.
Kuran “Ey insanlar!”
der; çünkü iddiası itibariyle tüm insanlara gönderilmiş bir kitap!
Ne yazık ki İslam
dünyası bu geri çekiliş sürecinde “Ey İnsanlar!” deme yeteneğini yitirdi, ister
istemez sadece “Ey iman edenler!” hitabının sınırları içinde kaldı.
Eskiden evrensel bir yaklaşımı mı vardı
İslam’ın?
- Hem de nasıl.
Salt kendi insanına
değil, doğrudan insana hitap eden özenli bir dili vardı:
Dervişane,
birleştirici bir dil.
Osmanlı’nın tarihsel
zemini bu 13-14. yüzyıl zeminidir.
Ellerinde tefler,
kudümler, ut çalan, kulaklarında küpe, boyunlarında halkalar, yalınayak,
saçlarını kazıtmış nice uyumsuz zekânın toplumu şenlendirdiği bir dönem.
Dilenen, hatta
kıtlık dönemlerinde halka yiyecek dağıtmak için örgütlenen insanlar komünal
yaşantı alanları kurdular.
Halk o katılaşma,
kutuplaşma yıllarında bu alanların içinde nefes aldı, müslim-gayrimüslim
ayrımları zayıfladı.
İlk fırsatta İslam
dünyası yine bu refleksi verecektir.
KİMSE
YÜZDE 92’Yİ UNUTMASIN
Paris saldırıları, Charlie Hebdo, Danimarkalı yönetmen, Salman Rüşdi’ye ölüm
fetvası...
Neden kutsallara
dokunulduğunda öldürme refleksi ortaya çıkıyor?
Dini
temeli var mı?
- Tanrı
değil, asıl peygamberlik söz konusu olduğu zaman insan devreye girer, bilhassa
insani ilişkiler, toplumsal duyarlılıklar.
İslam dünyasının
kendi kimliğini koruyabilmek için sığınabileceği birleştirici başka bir merkezi
şahsiyet mi var?
İster istemez bu
konudaki eleştirileri varlığının temeline yönelmiş acımasız bir saldırı olarak
algılıyor.
Duvarlarında Meryem Ana ya da Hazreti İsa resmi olmayan bir Katolik evi
bulamazsınız.
Onlar için de kutsal
figürler.
Charlie Hebdo’da
onlarla da ilgili yayın yapıldı.
Hıristiyanlar
neden öldürmüyor kimseyi?
-
Değerler alanında hiçbir inanç sistemi sözde-hoşgörü üzerinden aklanamaz.
Hz. İsa İslam
dünyası açısından bir insandır, bir peygamberdir ama Hıristiyan dünyası için
Tanrı’nın insan suretindeki belirlenimidir, yani hem insandır hem tanrıdır, son
peygamber ise sadece insandır, bizim gibi bir insan.
İslam dünyasının
üzerine titreyeceği, titizleneceği daha üst bir değer mi var?
Peki ne olacak?
“Biz istediğimizi
çizeriz” diyor adam.
Sosyal medya var. O
olmadı, öbürü yapacak.
Herkesi
öldürecekler mi sonsuza kadar?
- İslam
dünyasında şu anda karşılaşılan şiddet geleneksel duyarlılıkların modernleşmiş
bir ifadesi: Modern şiddet!
Geleneksel
değerlerine bağlı halk, Anadolu halkı bu tür tepkiler verir mi?
Anadolu’da bir dergi bunu yapsın, verebilir
bana sorarsanız...
- Hürmet karşılıklıdır.
Bir Buda heykeline
yapacağınız saygısızlığı da Hintliler affetmez.
Hindistan’da bir
inek kesip kızartma yapın bakalım size ne tepki verecekler?
“Ne canım, alt tarafı
biftek yiyoruz” diyemezsiniz.
Hindu teröristler Paris’te biftek yiyen
insanları öldürse onları anlayışla mı karşılayacağız?
- Şiddetin her türlüsüne karşı çıkmalıyız, bilhassa örgütlü şiddetin ama
özellikle devlet şiddetinin. Walter Benjamin’in ‘kurucu şiddet-koruyucu şiddet’
ayrımının yanı sıra, benim, ‘nedensiz şiddet’ olarak adlandırdığım bir başka
durum daha var:
Şiddet olarak
şiddet, var oluşsal şiddet.
Tümüyle irrasyonel,
nedensiz şiddet.
Sorun da burada,
İslam dünyası tam da böylesi bir şiddetin içine itiliyor, ne kurucu ne
koruyucu, sadece var oluşsal bir ifade aracı olarak kör bir şiddetin içine.
Devletleşmek, hilafet kurmak amacıyla
yapmıyor mu?
- İslam savaş hukukunda kadınlar, çocuklar, masumlar öldürülmez.
Savaşanla
savaşırsın.
Savaşmayanla
savaşmazsın.
Ortaçağ savaş
hukukundan söz ediyoruz.
Her örgüt, bir
bölgede hâkimiyetini kurarken, yoğun ve acımasız, irrasyonel bir şiddet
uygular. “Burada artık ben varım, burası benden sorulur” demek ister.
Amacı yine
kendisidir:
Şiddet olarak
şiddet, yani dehşet.
Sözün özü hiçbir
İslam âlimi atom bombası atılsın diye fetva veremez.
AHMET
DAVUTOĞLU KENDİ OLMAYI BAŞARABİLİRSE...
Bu gergin atmosferde
Türkiye’nin başında kutuplaştırıcı söylemler kullanmakta pek ürkek davranmayan
bir iktidar olmasını nasıl görüyorsunuz?
- Olumsuz tarafı çok konuşuldu, dilerseniz biz biraz da olumlu tarafından
bakalım.
Çünkü yaşamı sürdürebilmek için
umut etmek zorundayız.
Birkaç ismi hatırlayalım.
Önce eski Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Mehmet Ali Şahin, belki şimdi
dışarıda kaldı ama Bülent Arınç, ve bilhassa Ahmet Davutoğlu.
Bu ve benzeri isimlerin
kendileri gibi davranmayı becerebildikçe ayrıştırıcı, dışlayıcı, kutuplaştırıcı
dilden uzak durma kapasitelerinin bulunduğunu pekâlâ söyleyebiliriz.
Diğerleri de ister istemez daha
kapsayıcı, daha kuşatıcı bir dil kullanmayı öğreneceklerdir.
Taşra siyasetçilerini ciddiye
almamalı; arka planda bu demokratik özeni üstlenecek siyasal potansiyeli var AK
Parti’nin.
Ama oyunun dışında kaldılar...
-
Olsun, oyun yine de devam ediyor.
Bu yüzden kendi olmayı
başarabilirse, Ahmet Davutoğlu’nun taşıdığı birikim sayesinde böyle bir yöne
evrilebileceğini şahsen umut etmek istiyorum.
Çünkü Türkiye’de inanan
insanlar içinde farklı değerlere müsamaha gösterebilecek sessiz ama güçlü bir
zeminin olduğunu biliyorum.
Bu zeminin kendisini ifade
edebilmesi için olağanüstü hal psikozundan, varoluş-yokoluş modundan çıkması
gerekiyor.
Tarihteki zengin deneyimleri de
hatırlayarak Türkiye adına böyle bir geleceği en azından umut edebileceğimize
inanıyorum.
Geçmişte başarıldı mı bu?
-
Olmaz mı?
Umudumuzu zaten geçmişten
devşiriyoruz.
İslam dünyası farklı
kültürlerle kaynaşabilme yeteneği sayesinde antik felsefe ve bilim mirasını
alabilmiş, hazmedebilmiş, ustalarını çıkarabilmiş.
Aristoteles’in neredeyse bütün
eserleri çevrilmiş.
Euclides, Ptoleme, Hipokrat,
Galen vs.
Ama Haçlı Seferleri ve Moğol
saldırıları, kıtlık ve veba salgınları bu ortamı darmadağın etmiş.
İslam’ın doğusu kan gölüne
dönerken, garip bir biçimde İslam’ın batısında, Endülüs’te bambaşka bir
uygarlık havzası ortaya çıkmış.
İslam
dünyasının Altın Çağ’ından söz ediyorsunuz...
-
Endülüs İslam uygarlığının istisnai bir parçası olarak görülür.
Bu doğru değil.
Bağdat gibi,
Kurtuba, Gırnata, Sevilla, Toledo kozmopolit bir başarıdır.
Başarı, farklı
unsurların yan yana durabilmesiyle mümkün olmuştur, tıpkı 18-19. yüzyıl
İstanbul’u gibi.
Osmanlı çökmeye yüz
tuttuğunda ne yazık ki ayrıştırıcı koşullar bu birliktelikleri tuzla buz etmiştir.
Ya bugün?
- Umut insanın özü.
Her şeye rağmen umut
var.
Geçen birkaç talebe
Fransız Saint Pulchérie Lisesi’nde bir oyuna davet etti, Dostoyevski’nin
‘Yeraltından Notlar’ı oynanıyordu.
Salonun en az üçte
biri dindar gençlerdi.
Contemporary Art’ta,
Sabancı Müzesi’nde de aynı durum geçerli.
Bienal’e, İstanbul
Modern’e, İKSV’nin Film Ekimi’ne gidin, bakın ısrarlı müdavimleri arasında
kimleri göreceksiniz?
İttifaklara,
etkilemeye ve etkilenmeye açık, şehrin ortak havasında soluk alıp veren, belki
politik temsil gücü az ama kültürel düzeyi yüksek çok sayıda insan var bu
ülkede.
Sufiler de politik
olarak güçlü değildiler ama toplumsal dokunun üst düzeyini onlar belirliyordu.
Allah korusun,
İstanbul’da bir deprem olsa, devletin yapacakları mı belirleyici olur, halkın
mı? 17 Ağustos’ta gördük.
Herkes kötü günlerde
birbiriyle kaynaşmayı becerdi.
SERTLİK VE
AĞIRLIKTAN ÇATLAYACAĞIZ NEREDEYSE
Bu toplum nasıl
barışır?
Ciddi psikolojik
travmalar yaşatıldı topluma.
Kabataş’ta bir kadına
cinsel taciz iddiaları vs.
Bu
tür yalanlara muhafazakârlar neden tepki vermiyor?
-
Ne yazık ki özellikle sağcı iktidarlar açısından toplumun çok hassas olduğu
ortak değerlere ilişkin manipülasyon hamleleri her zaman işe yaramıştır.
Oysa bizim hatırlamak kadar
unutmaya da ihtiyacımız var.
Gerçekte tarihi inşa eden
hatırlama yeteneğimiz değil, unutma kapasitemiz.
Unutmak erdemdir, bir zayıflık
değil.
Sağlıklı
bir gelecek kurabilmek için belki de sahip olduğumuz en önemli yetenektir
unutmak!
Siz
iç dünyanızda neler yaşadınız bunlara tanık olduğunuzda?
-
Ömrünü adadığı değerlerin kötü temsillerinden bir insan ne kadar ısdırap duyarsa,
o kadar ısdırap duydum.
Sanırım İstanbul da sizin için bir ısdırap kaynağı...
-
Hem de nasıl!
Bu ülkenin geleceği kararıyor.
Bu yanlış politikaların telafi
edilemez sonuçlarını öngörebildiğim için ne zaman doğup büyüdüğüm şehre baksam
acı çekiyorum.
Çocukken düşlerimde,
İstanbul’daki bütün çirkin binaları yıktığımı, sonra düzenli şekilde onları
yeniden güzelce inşa ettiğimi görürdüm, artık göremiyorum.
TOKİ binaları gibi telafi edilemez
hatalar çok üzücü.
İstanbul artık bir daha geriye
dönülemeyecek biçimde bitti.
Trafik problemi asla
çözülemeyecek.
Bu çirkinlik asla
güzelleştirilemeyecek.
Kalkınma filan derken insanı
unuttuk.
Belki sözleri, davranışları
unutabiliriz ama her gün içinde nefes aldığımız şu çirkinliği görmemeyi nasıl
başarabiliriz?
“100 yıl geriye
gittik” dediniz telefonda.
- Biraz daha fazla.
Neden?
- Yaşamak şimdiyle irtibat kurmak demek.
Bunun için önce
yaşamı sevmek gerek, neşeye hak ettiği değeri vermek gerek.
Osmanlı’nın son
döneminde neşemizi kaybetmiştik.
Cumhuriyet’te ise
dünyayla ve ‘şimdi’yle irtibatımızı önemseyerek var olmayı sürdürdük.
Fakat 1980 sonrası o
ayrıştırıcı nefret dili ‘şimdi’yle temas kurma kapasitemizi köreltti.
Oysa siyaset,
halktaki irrasyonel dalgalanmaları daima kıvamında tutarak regüle eder,
kendisinden de bu beklenir.
Ama aksine devlet
kendi istikrarı için halkı istikrarsızlığa sürükledi.
İşte büyük gerileme
budur ne yazık ki.
Bu hayat bizi sertleştiriyor mu?
Terör,
kutuplaşma, vs. katı insanlar mı oluyoruz?
- Ona
ne şüphe!
Sertlik ve
ağırlıktan çatlayacağız neredeyse.
Çatık kaş milli
hasletlerimiz arasına çoktan girdi.
Artık ne rindlerin
sesi çıkıyor, ne kalender-meşrep zevatın.
Arif olan köşesine
çekilip rıza lokmasıyla yetiniyor.
Bâki ne güzel demiş:
“Zahid ol sıklet ile
uçmağa hazırlanma/
çıkar ol cübbe vü
destarı biraz hiffet bul”.
Yani o ağırlıkla
kanatlanamazsın, önce biraz hafifle.
Şu çok değer
verdiğimiz makam ve mevkilerin ağırlığından kurtulsak biraz hafifleyeceğiz amma
irfan ne yazık ki öyle kolay elde edilir hazinelerden değil.
Biz nasıl alt edeceğiz bunca kötülüğü?
Nasıl
bir kavga verebiliriz?
-
“Dualarımı kabul etmemesinden bildim ben onu” der Hz. Ali.
Belki kötülükleri
alt edemeyiz ama erdemli olmakta ısrar edebiliriz.
Önce evimizden
başlayacağız, kalbimizden.
İnsan arınmadıkça
dünya arınamaz çünkü.
Ödevimiz önce insan,
sonra insan, daima insan.
Aktif siyasete katılmayı hiç düşündünüz mü?
1933’te Heidegger’in
yaptığı tarihsel yanlışa* benzer bir yanlışı yinelemek bana göre değildi,
özellikle uzak durdum.
Ben bir düşünce
adamıyım, sadece ülkem adına düşünüyorum, insanlık adına.
Aktif
siyaset benim işim değil.
IŞİD’E KATILANLARIN RUH
DÜNYASI:
YAŞAMDA BİR KARŞILIK
BULAMAMA HALİ
IŞİD’in dayanak aldığı
‘Vahşetin Yönetimi’ diye bir kitap var.
Orada
“Cihada katılan bilir ki şiddet, sertlik, terorizm, korkutma ve katliam
mubahtır” deniliyor.
Dinde
böyle bir şey var mı?
-
Yorumu kimin ve niçin yaptığı önemli.
Oysa bizim hakkında
konuştuğumuz ana sorun, İslam dünyasının bilinci değil, bilinç dışı.
Sözünü ettiğiniz dil,
irrasyonel, çünkü duyusal ve duygusal.
Ortadoğu’da olup bitenleri
ancak bir düş yorumcusu hakkını vererek yorumlayabilir.
İlgisiz, ilişkisiz, kopuk
kopuk, muhayyileye dayalı fragmanların oluşturduğu bir düş ortamındayız.
Bu yüzden gerçek olguları
değil, düşleri yorumladığımızın bilincinde olmalıyız, hatta bir kâbusu. Freud,
“Hiçbir düş geleceği göstermez” der.
Düşler, gelecekten önce geçmişi
analiz etmek için birer vasıta.
“Dün ne oldu?”nun yanıtı
alınmadan hiçbir düş bugünden bakılarak yorumlanamaz.
Bin Ladin, “Siz hayatı
ne kadar seviyorsanız, onlar da ölümü o kadar seviyorlar” demişti.
Bu
ölüm tutkusunun açıklaması nedir?
-
İşkence görmüş biri olarak diyebilirim ki işkence sırasında ölüm, bazen
yaşamaktan sevimli gelir insana.
Ölüme bu denli sevdalanmanın
nedeni insanca yaşama dair hiçbir umudun kalmaması.
Eşini, çoluğunu çocuğunu alıp
IŞİD’e katılanların ruh dünyasında, ölümde bir karşılık bulmaktan çok yaşamda
bir karşılık bulamama halinin belirleyici olduğunu düşünüyorum.
Neşenin yokluğu en temelde arzu
yokluğuna dönüyor, arzu yokluğu haz yokluğuna,
haz yokluğu ise yaşamı sürdürme güdüsünün yara almasına.
Din sadece bu halin bir ifade
aracı, kesinlikle asıl gerekçesi değil.
KİMSE YÜZDE 92’Yİ
UNUTMASIN!
Paris saldırıları
sonrası neden tek bir İslam ülkesinde kalabalıklar sokaklara çıkmadı?
“Biz
bu değiliz” demedi?
-
Savaş içindeyiz.
Belki üzücü, utandırıcı sahneler
yaşıyoruz ama öte yandan yoksulluklar, sürekli yasakçı, korkutucu, ilkel
yönetim tarzları altında büyüyen insanlar...
Örgütlü azınlıkların ses
çıkarma gücü örgütsüz kitlelere göre daha yüksek.
Türkiye’de güya yüzde 8 IŞİD’i
destekliyormuş ama kimse o kocaman yüzde 92’yi unutmasın!
Halkın uzlaşma, dayanışma
yetenekleri göz ardı edilmemeli.
İnsan zor zamanlarda kötümser
haklılık yerine, iyimser yanılgıyı tercih eder.
GEÇMİŞ
BAĞDAT’TIR,KURTUBA’DIR, İSTANBUL’DUR
“Uygarlıklar doğar,
büyür ve ölür ve bir daha asla dirilmez” diye bir tweet attınız.
Ne
demek istediniz?
-
Dirilmiş bir uygarlık hatırlıyor musunuz?
Ölmüş bir şey ‘dirilmez’, ama
yeni bir uygarlık ‘doğabilir’.
İslam dünyasının sorunu
dirilmek değil, yeniden doğmak, yenilenmek!
Geçmişle irtibat kurma, o
geçmişi kavrama, zaaflardan ders çıkarma demek yenilenmek ve bir ‘şimdi’ içinde
o değerleri farklı bir biçimde yeniden üretmek demek.
Geçmiş Bağdat’tır, Kurtuba’dır,
İstanbul’dur.
Bağdat’ı, Endülüs’ü hedefleyen yok gibi...
-
Hiç kuşkusuz bunlar saf entelektüel arzular, yoksa adına İslamcılık denen içi
boş tepkiselliğin böyle bir derdi yok.
En büyük sorunları, ‘şimdi’ye
ait olanı kavrama yetersizlikleri.
‘Şimdi’yi düşman görüyorlar.
Olumlu yönüyle anı
yaşadıklarında kendilerini kuşatan çerçeve tümden işe yaramaz hale geliyor.
Hüzün ve teselli işe yararken, neşe devreye girdiğinde, yaşamla temas
başladığında, işte o zaman sorun çıkıyor.
Arada kalıyor yani...
-
Sultanbeyli’de, Gazi Mahallesi’nde, Ümraniye’de yaşayan çocuğun inanç dünyası
belki onun mahrumiyetlere katlanmasını sağlıyor ama yaş ilerledikçe,
diyelim ki bir gün Taksim’de içini neşe kaplayınca, elindeki dar çerçeveyle bu
yeni deneyimler arasında çatışma başlıyor.
Kışın Ağrı Dağı’nda okuduğunuz
şiirleri yazın Bodrum’da okuyamazsınız.
Şehir dönüştürür.
1.5 milyarlık bir
İslam dünyasında tek bir sağlıklı demokrasi yok.
Türkiye az çok örnek
gösterilirdi, bizim de halimiz ortada.
Değişir
mi bu tablo?
-
Tarihsel değişmeler bir çırpıda gerçekleşmiyor. Kilisenin alt edilmesi,
aydınlanmanın ortaya çıkışı kolay olmadı. Büyük bedeller ödendi. Ama insan
dünyayı bilme, anlama, yorumlama konusunda akla güvendi ve meyvelerini aldı.
Şimdi başkaları da bu deneyimden yararlanıyor. Eldeki verilerden hareketle
sadece analizle yetinseydik belki daha karanlık bir tablo çizerdik, ama bu
sefer bir parçamızı da kenarda bırakmış olurduk. Bir parçamızı, yani sürekli
düşünce ve sanat aracılığıyla zenginleştirebildiğimiz hayal kurma gücümüzü.
İnsan hayal ettiği, edebildiği kadarıyla önünü görür. Daha özgür ve
kardeşçe bir dünyayı umut etmekten neden vazgeçelim?
Demin ‘kiliseyi alt etmesi’ dediniz.
Daha
kardeşçe bir dünya için dinin toplumsal yaşamda ‘alt edilmesi’ mi gerek?
- Dinin
evrensel yorumlarının değil ama tarihsel yorumlarının terk edilmesi, o din için
sıhhat işaretidir. Hıristiyanlık hâlâ Batı’da aile değerlerini temin ediyor,
ama kilise siyasetin dışında.
Sınırlarını biliyor.
Türkiye’de de
Diyanet İşleri Başkanlığı kültürel bir kurum ve güya siyaset dışı.
Kim ne derse desin,
insanın aklına, yasa koyucu yeteneğine, düzenleyici yanına, kendini yenileme
kapasitesine güvenmek zorundayız.
İlahi bilgiyi insan
aklıyla ve yaşamla çatışacak biçimde değil, onunla uzlaşacak şekilde yorumlamak
gerekiyor.
Geç de kalmış olsa
aydınlanma sürecinin içinden İslam dünyası da geçiyor, geçmek zorunda.
Yeni anayasa konuşuluyor.
Sizce
burada dini bir atıf olmalı mı?
-
Anayasa bu ülkenin geleceğini belirleyecek, umuyorum siyaset ve
bürokrasi, saray içi entrikalarla, ayak oyunlarıyla ülkenin geleceğini karartmaz.
Çağdaş dünyada
başımızı öne eğmeden, gururla ve dünyayla eşzamanlı yürüdüğümüzü
hissedebileceğimiz bir anayasa yapmalıyız.
12.12.2015
https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/ducane-cundioglu-islam-dunyasi-ey-insanlar-deme-yetenegini-yitirdi-40026063