Brecht’te Göç, Sürgün ve
Mültecilik
Hep
yanlış buldum bize verdikleri adı:
Göçmen,
Göç eden demektir bu, oysa biz
Göç etmedik, kendi isteğimizle
Seçerek başka bir ülkeyi, gelmedik
Bir ülkeye, sürekli kalmak için belki de orada
Ama kaçtık, yurdundan sürülenleriz biz, kovulanlarız
Bir yuva değil, bir sürgün yeri olur ancak
Kabul edildiğimiz ülke bize
Brecht, ilk bölümünü
okuduğunuz “Göçmenlerin Adlandırılması Üzerine” başlıklı bu şiirini 1937
yılında yazdı.
Danimarka’da sürgünde
kaldığı kasabadan dolayı Svendborg Şiirleri adıyla yayımlanan
kitapta yer alan şiirinde Brecht “sürgün” ve “göçmen” kavramları arasındaki
farkı, özgürlükle ilişkilendirerek tanımlar. Lirik özne “biz”, kendilerine
“göçmen” denilmesine karşı çıkıyor ve göç eden kişinin yurdundan kendi
isteğiyle ayrılmasına karşılık kendilerinin kendi istekleriyle bir başka ülkeye
gitmediklerini, fakat yurtlarından “sürülmüş”/“kovulmuş” kişiler olduklarını ve
bu nedenle de “göçmen” denilmesinin doğru bir niteleme olmadığını belirtir.
On beş yıl sürecek
olan sürgün hayatının henüz dördüncü yılında yazıyor Brecht bu dizeleri.
Nazi Almanya’sını
parlamento (Reichstag) yangınının hemen ertesi günü, yani 25 Mart 1933
tarihinde ailesi ve birkaç arkadaşıyla birlikte apar topar terk edecektir.
Hayali bir röportaj
biçimi vererek defterine düştüğü 1933 tarihli bir notunda her zamanki o müthiş
mizahıyla şunları yazar:
Almanya’dan kaçtınız
mı?
O sırada bir okuma
için Viyana’da bulunuyordum.
Duydum ki Bay Hitler
bir süre Almanya’nın meselelerini benim gibi düşünenleri işe karıştırmadan
çözmeyi arzu ediyor. Bu amaçla etrafa tümüyle alışılmadık yetkiler dağıttığı
için dönüşümü erteledim.
Daha iyi bir yaşam
beklentisiyle gittiği ülkede kalacağı süreye genellikle kendi isteğiyle karar
verebilen ve çoğunlukla geride bıraktığı ülkesinin durumu kendisini artık pek
fazla ilgilendirmeyen göçmenden farklı olarak sürgün veya sığınmacı, kaçtığı
veya kovulduğu ülkesindeki siyasal koşulların değişmesini gözler; sürgünün
gözü, mecazi değil gerçek anlamıyla da hep topraklarındadır.
Sağ dönemeyecek olsa
bile hiç olmazsa oraya gömülmek ister:
Roma İmparatoru
Augustus’un o zamanki bilinen dünyanın diğer ucu olan Karadeniz kıyılarına
gönderdiği, yeryüzünün ilk edebî sürgünü Ovidius’un (M.Ö. 43- M.S. 17; ölüm
yeri Constanta – bugünkü Köstence) dizelerinde olduğu gibi:
Bitsin
sürgünlüğüm, yaşamak isterim
Anayurdumda, kendi ocağımda, bırak öleyim
Ovidius’tan yıllar
sonra aynı isteği, bu kez Nâzım Hikmet ünlü “Vasiyet” şiirinde
dillendirecektir:
Yoldaşlar,
nasip olmazsa görmek o günü
Ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün,
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Nazilerin iktidara
gelmesi üzerine ülkesinden kaçmak zorunda kalan Brecht de diğer bütün sürgünler
gibi sürekli yurdundaki siyasal gelişmeleri gözlemektedir.
Böyle
huzursuzca oturuyoruz, olabildiğince sınırın yakınında
Bekleyerek dönüş
gününü, en küçük değişikliği
Gözleyerek sınırın ötesindeki ve soru yağmuruna tutarak
her yeni geleni; hiçbir şeyi unutmadan ve hiçbir şeyden vazgeçmeden
Ve göçmenle sürgün
arasındaki farkı açıkladığı yukarıdaki şiirini, lirik özneyi şöyle konuşturarak
bitirir: “Ama
hiçbirimiz kalmayacağız burada / Çünkü son söz söylenmedi daha.”
Yine Svendborg
Şiirleri’nde yer alan “Sürgün süresi üzerine düşünceler” başlıklı şiirinde
de dönüş gününün fazla uzakta olmadığından son derece emindir:
Bir
çivi çakma duvara
as bir sandalyeye ceketi
değer mi telaşa dört gün için?
Döneceksin yarın geriye.
Sulama o küçük fidanı da.
Var mı bir ağaç daha dikmenin anlamı?
Bir basamak boyu bile büyümeden o,
çekip gideceksin sen buralardan.
İndir kasketini yüzüne, geçerken insanlar!
Niye karıştırmalı yabancı dil kitaplarını?
Seni yurduna çağıran haber,
Bildiğin dilde olacaksa eğer.[1]
Kendi deyişiyle ayakkabıdan çok memleket değiştirerek birçok
ülke ve şehre yapacağı sürgün yolculuğunda Brecht’in ilk güzergâhı şöyledir:
Prag, Viyana, Paris, İsviçre –hepsi de Almanya’ya yakın yerler…
Buralardaki kısa süreli konaklamalarının ardından sonunda
Danimarka sahilinde Svendborg kasabası civarında, “olabildiğince sınıra yakın”
bir çiftlik evine yerleşti.
Arkadaşı yazar Kläber’e “Paris’ten çıktığıma sevindim,” diye
yazıyordu:
“Gerçi burası da pek eğlenceli değil, ama çalışmak için daha çok
zaman var.
Radyo her akşam yeniden çalıyor, böylece tekrar bağlantı
kuruluyor.”
Gazeteler, posta, radyo ve ara sıra gelen konuklar Brecht’in dış
dünyayla tek temasıydı.
Gerçekten de üretmek için “çok zaman” buldu ve en önemli
yapıtlarını, 1933-1939 yılları arasında burada, çiftliğin çalışma odasına
çevirdiği beyaz badanalı ağılında kaleme aldı:
Galilei’nin Yaşamı, Cesaret Ana ve Çocukları, Sezuan’ın İyi
İnsanı, Lukullus’un Sorgulanması, Svendborg Şiirleri, Tiyatro
İçin Küçük Organon…
Hitler birliklerinin Danimarka ve İsveç’e girmesi üzerine Brecht
önce İsveç’e ardından bu kez Finlandiya’ya sığınır.
Kendi
hemşerilerimden kaçıp
Vardım şimdi Finlandiya’ya. Dostlar
Daha dün tanımadığım, birkaç yatak serdiler
Temiz odalara. Hoparlörden
Duyuyorum zafer haberlerini ayaktakımının. Merakla
İnceliyorum kıta haritasını. Yukarda tepede Laponya’da
Kuzey buz denizine doğru, küçük bir kapı görüyorum (Steffin
Seçkisi, 1940)
Finlandiya’da (1940) kaldığı süre içinde “Sezuan’ın İyi İnsanı”,
“Bay Puntila ve Uşağı Matti”nin yanı sıra Kaçakların Konuşmaları’nı
yazar.
Diderot’nun, tüm anlatısını iki kişinin, yani Jacqes’la
efendisinin aralarındaki söyleşi (diyalog) üzerinde kurguladığı Kaderci
Jacques ve Efendisi’ni okuyup etkilenen Brecht “Mültecilerin/Kaçakların
Konuşmaları”nı da buna benzer bir anlatım biçimiyle kaleme alır.
Brecht’in ölümüyle (1956) birlikte edebî terekesinden çıkan ve ilk
kez 1961 yılında yayımlanan bu yapıt, henüz bir tiyatro oyunu ya da roman veya
novel biçimi almamıştır –veya ona böyle bir biçim bilinçli olarak
verilmemiştir.
Nesir mi, yoksa drama mı olduğu ayırt edilemeyen ve sadece
fragmanlardan oluşan –Almanya’da tiyatro ve radyo oyununa uyarlanmış– bu küçük
hacimli, fakat kıymetli yapıt Türkçeye değerli çevirmen Veysel Atayman
tarafından İki Mültecinin Konuşmaları: “Kalle ile Ziffel” adıyla
kazandırılmıştır.[2]
Metnin fragmanlardan ibaret olması, bir yönüyle sürgün olmanın
estetik sonucu olarak da görülebilir:
Bir eksik olma hali, yarım kalma hali…
Brecht’in bu yapıtı, kendisinin de o sırada sığınmacı olarak
bulunduğu Helsinki’de, tren istasyonunun lokantasında geçmektedir.
Bir istasyon lokantası seçilmiş olması da mülteci veya sürgün için
ideal topostur.
Tam bir geçiş yeridir; kimse burada uzun süre kalamaz.
Çok sayıda insanın gelip gitmesi, buradan geçmesi mekânın ayırt
edici özelliğidir.
Konuşmalar’da temelde farklı iki karakter karşı karşıya gelir:
Fizikçi ve daha çok bir burjuva entelektüeli Ziffel ile emek
hareketinde uzun süre yer almış bir metal işçisi Kalle.
Nazi Almanya’sından kaçmış olan bu iki karakter aralarında çeşitli
konularda hararetle tartışsalar bile ikisi de dramatik olmayan, kahraman ve
benzeriyle ilgisi bulunmayan figürlerdir.
Belirsiz bir süreyi bekleyen insanlar olarak, esas olarak zamanı
geçirmek, kendilerine sonsuzmuş gibi gelen bekleme süresini kısaltmak ve
kurtulması imkânsız görünen o her şeye sinmiş olan belirsizlikten çıldırmamak
için sohbet ederler.
Toplumsal konumları ve kişilik özellikleri bakımından çok farklı
olsalar da bu iki karakterin ortak bir noktaları vardır: faşizmden kaçış.
Belirgin bir özellikleri de mülteci/sığınmacı/kaçaklara özgü
biçimde sürekli çevreyi kollayan tedirgin tipler olmalarıdır.
Göze batmak istemezler ve konuşurken acelecidirler.
Hep buluştukları istasyondan hiçbir yere gidemezler ve tüm
sohbetlerinin sonunda aynı şey olur:
“Biraz sonra ayrıldılar ve uzaklaştılar. Herkes kendi yerine.”
İki Mültecinin Konuşmaları Helsinki istasyonunda ilk karşılaşmaları
–tıpkı Diderot’nun Kaderci Jacques’ının efendisiyle karşılaşması gibi–
rastlantı sonucu olan iki mülteci arasında geçen toplam 18 sohbetten oluşur.
İki mülteci yaptıkları bu sohbetlerde pasaport, erdem, cinsellik,
eğitim, özgürlük, demokrasi gibi konularda ve –hiçbir yere gidemedikleri
istasyonda sürekli söz ettikleri– farklı ülkeler hakkında düşündüklerini
birbirlerine özlü (lakonik) biçimde aktarırlar.
Değindikleri her konu ve bu konuyla ilgili kavramlar, bunlara ithaf
edilen ideolojik anlam giderilinceye kadar en küçük ayrıntısına dek
somutlaştırılır, bölünür, soyutlanır ve kendi karşıtına dönüştürülür.
Mülteciler için dünyanın en önemli nesnesi olan pasaport, doğal
olarak konuşmalarının da ilk konusudur.
Uzun boylu olanı, “Bira, bira değil, bu püroların da püroya
benzemeyişiyle denge sağlanmış oluyor, ama pasaport pasaport olmalı ki, insanı
ülkeye soksunlar,” der.
“Pasaport,” diye karşılık verir tıknaz adam kendi kendine
düşünürcesine, “bir insanın en soylu parçasıdır. Üstelik insan gibi öyle
kolayca meydana getirilemez de. Bir insan, sorumsuzca ortada pek akla yakın bir
neden bulunmaksızın da meydana gelebilir; ama bir pasaport asla. Bu nedenle bir
insan istediği kadar iyi kabul görmezken, beriki iyi oldu mu, görür” (s. 7).
Uzun boylu olanı, Tıknaz’ın bu sözlerini onunla görüş birliği
içinde tamamlar:
“Diyebiliriz ki, insan pasaportun mekanik bir taşıyıcısıdır
sadece. Aslında kendisi değersiz olmasına karşın, değerli nesneleri içeren bir
kasaya hisse senetleri tomarlarının tıkıştırılması gibi, insanın iç cebine
sıkıştırıverirler pasaportu” (s. 7).
Uluslararası kapitalizmin insanları, değerli bir pasaportun
konduğu değersiz bir kap haline getirdiğini vurgular Brecht daha başında
diyalogların –bir belgenin yüksek değeri vardır; insanın değil.
Herhangi bir pasaport, pasaport değildir; bir bakıma insan için
pasaport değil, pasaport için insan gereklidir.
İkinci sohbetten sonra Ziffel, yazmakta olduğu anıları cebinde,
hemen hemen her gün istasyon lokantasına gidip Kalle’nin yolunu gözler.
Helsinki’de Kalle’den başka Almanca bilen kimseyi tanımamaktadır.
Kendilerini ifade etmeye, konuşmaya müthiş susamış insanlardır
mülteciler; bu ihtiyaçlarını gidermek için her zaman birbirlerini ararlar ve
bir araya geldiklerinde de çok “konuşkan” insanlar olurlar.
Brecht’in mültecileri ise insanın ve dünyanın genel durumlarını
ele alırlarken kendi kişisel deneyimleri veya sorunlarına, bunlar ancak
konuşulan konuya, yani genele ışık tutuğu ölçüde yer verirler.
İkisinin de en duyarlı oldukları konulardan biri de faşizmdir.
Beşinci görüşmede fizikçi olan Ziffel bilim-politika ve
bilim-çıkar ilişkisini kendi bilgi ve deneyimleri aracılığıyla açıklar ve sözü
Hitler’e getirir:
Adıneydiherneyse, birdenbire herkesin ağzındaydı. Bu olağanüstü adam, sanat ve olağanüstü
birasıyla ün salmış bir taşra kentinde yıllardan beri çevresine küçük burjuvaları
toplamış ve onları, bizim ülkede pek de alışkın olmadığımız bir dil
ustalığıyla, büyük bir çağın yaklaştığına inandırmıştı.
Birkaç yıl sirkte boy gösterdikten sonra, Birinci Dünya Savaşını
yitiren bir general olan Reich-başkanının güvenini kazanmış, kolundan tutulup
başa geçirilmişti; ikincisini hazırlamak için (s. 36).
On birinci konuşmada Ziffel, Hegel diyalektiği hakkında
düşüncelerini açıkladıktan sonra bu konudaki sohbeti diyalektik düşünme ile
mültecilik arasında ilginç bir bağlantı kurarak bitirir.
Diyalektiğin en iyi öğrenildiği yer, sürgündür. En keskin
diyalektikçiler ise mültecilerdir. Değişiklikler sonucu mülteci olmuşlardır ve
değişmelerden başka bir şey görmezler. En küçük belirtilerden en büyük olayları
sezinlerler; mantıkları varsa tabii… Ve çelişkiler için çok duyarlı gözleri
vardır. Yaşasın diyalektik (s. 66).
Ziffel’in tutmuş olduğu notlardan mültecilere bulundukları ülkede
çalışma izni verilmeyişini Norveç’in Nordland şehrine yerleşmiş biyoloji uzmanı bir
mültecinin tanıklığıyla öğreniriz.
“Benden istenilen tek şey, gittiğim yerde hiçbir şekilde herhangi
bir bilimsel çalışmayla ya da başka bir işle uğraşmamamdı. İç çekerek imzaladım
sözleşmeyi.”
Nordland’a sığınan bu mültecinin, yine kendisi gibi çalışma izni
verilmeyen bir doktor tarafından burnundan ameliyat olabilmesi için tek güvenli
yer olarak istasyona yakın büyük bir otelin tuvaleti bulunur.
Ancak operasyonun başlayacağı sırada tuvalete giren bir otel
müşterisi tarafından görülüp kovulurlar.
Brecht’in mültecileri “yurtseverlik” konusunu da tartışırlar:
-Ziffel “İnsanın vergi ödediği ülkeyi daha çok sevmesi gerektiği,
bir tuhafıma gitmiştir hep.
Temel taşı, az şey ile yetinmedir.
Çok iyi bir özelliktir bu; hele elde ayakta zaten bir şey yoksa…”
derken, Kalle’ye göre “İnsanın seçme olanağı
olmaması yurt sevgisini daha temelde sarsmaktadır. Yani sevdiğinizle
evlenemiyorsunuz, ama evlendiğinizi sevmeniz gerekiyor.
Önce bir seçme olanağı istiyorum:
Diyelim ki bana bir parça Fransa gösteriyorlar ve İngiltere’den
şöyle bir iki kısım, sonra iki İsviçre dağı ve ardından deniz kıyısından
birazcık Norveç…
Uzatıp parmağımı gösteriyorum ve: ‘Bunu kendime yurt edindim’
diyorum.
İşte o zaman değerini bilirim buranın.
Oysa şimdi içimdeki duygu, hani bir kez penceresinden aşağıya
düştüğünüz kata bir daha ısınamayışınız gibi bir şey” (s. 60).
Kendilerine güvenli bir sığınak bulma hayaliyle ve çaresizce içine
dolduruldukları döküntü teknelerle, hatta şişme botlarla önlerindeki koca
denizi aşmak için çıkılan “umuda yolculuk”ta Akdeniz’in suları, her yıl çoluk çocuk her yaştan binlerce
insana mezar oluyor.
Avrupa devletleri ise bu mülteci seline karşı güvenlik önlemlerini
artırarak “sınırları” tahkim etmekten başka hiçbir politika geliştirmiyor.
Çoğunlukla sığınmacıların pasaportları ve kimlikleri
değiştirildiği için, sözgelimi şu anda Akdeniz’de ölmekte olan kişilerin
kimlikleri ancak –eğer cesetleri bulunursa– nadiren belirlenebiliyor.
Avusturyalı oyun yazarı Maxi Oberex, İllegal Yardımcılar adlı
gerçek kişilerin tanıklıklarıyla yazdığı bir tür belgesel oyununda bir idari
yargıcın sözlerine de yer verir;
“Akdeniz’de ölüm sadece korkunç bir ölüm
değil,” diyor, “aynı zamanda sessiz –ve görünüşe göre kabul edilmiş– bir ölüm.
En geç elli yıl içinde bu bir insanlık suçu olarak yorumlanacak,”
diyor yargıç.
Umarım bundan seksen yıl önce yazılmış olduğu halde Kalle ile
Ziffel’in yapıt boyunca tartıştıkları birçok konunun yanı sıra, –günümüzde
ekonomik kriz, salgın gibi– dünyanın/insanlığın en yakıcı sorunlarından biri
olan göç ve mülteciliğe de hâlâ ışık düşürmeyi sürdüren İki Mültecinin
Konuşmaları –ama mutlaka onun sürgün şiirleri de eklenerek– yeniden
yayımlanır ve böylece okura sürgün ve mültecilik bağlamında Brecht’le yeniden karşılaşma
imkânı verilmiş olur.
30 Ocak 2022 Pazar
[2] Bertolt Brecht, İki Mültecinin
Konuşmaları: “Kalle ile Ziffel”, çev. Veysel Atayman, Birim Yayınları,
Birinci Basım, 1984.
https://birikimdergisi.com/guncel/10889/brechtte-goc-surgun-ve-multecilik
*************************************************************************
30 OCAK 1923: Lozan'da, imzalanan Mübadele Protokol ve Sözleşmesi ile Yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan yeni bir ülkeye, yeni bir kente; yeni bir hayata adım atan 1. Kuşak "mübadilleri" düşünelim..
*****************************************************************************************