28 Şubat 2021 Pazar

Finlandiya Eğitim Sistemi

Zengin ve fakire eşit fırsat tanıyan

Finlandiya eğitim sistemi nasıl dünyaya örnek oldu?
Finlandiya halkı, asfalt ile 1920'li yıllarda tanışmıştı.

19. yüzyılın başlarına kadar tek bildikleri yoksulluktu.

Aksine Brezilya'nın Sao Paulo şehrinde ilk asfalt yol 1909'da yapıldı.

O dönem tarımsal ekonomiyle ayakta kalmaya çalışan Finlandiya, ilk asfalt otoyolunu açmak için 1963 yılını bekleyecekti.

Ancak bu iki ülke, yıllar içinde bambaşka noktalara evrildi.

Finlandiya eğitim sistemi ve sosyal politikalarını dönüştürerek dünyanın en ünlü ve saygın eğitim sistemini oluşturdu.

Brezilya ise birçok Latin Amerika ülkesi gibi yoksul ve zengin ailelerin çocukları için eşit eğitim fırsatları yaratmayı halen başaramadı.

Finlandiya mucizesi

Bu mucizevi dönüşüm Finlandiya'da 1970'li yıllarda başladı ve yenilikçi reformlar sayesinde değişim ruhu güç kazandı.

Ülke, 30 yıl içinde vasat bir eğitim sistemini küresel eğitim sıralamalarının tepesinden inmeyen bir "yetenek kuluçka makinasına" çevirdi.

Böylece sofistike bir sanayi ekonomisi yarattı.

Peki nasıl?

Özetlersek, dünya ne yapıyorsa tam tersini yaparak.

Finlandiya işin mutfağından başlayarak hem ders saatlerini kısalttı, hem de sınav ve ödev sayısını azalttı.

Uluslararası eğitim uzmanları, bu anlayışın gizli formülünü inceliyor.

Finlandiya ise, sırrını şöyle açıklıyor:

    -Kaliteli kamu eğitimi, sadece eğitim politikalarının değil aynı zamanda sosyal politikaların bir sonucudur.

1990'lu yıllarda 'Finlandiya Dersleri" kitabında bu reformların yaratıcılarından eğitimci Pasi Sahlberg, şu ifadeleri kullanmıştı:

"Yüksek sosyal refah düzeyi, çocuklar için eşit fırsatlar, aynı zamanda bedava ve kaliteli öğrenmeyi garantilemekte kritik bir rol oynuyor."

Eşit fırsatlar

Başkent Helsinki'nin en önemli ortaokullarından Viikki'yi örnek verelim.

Finlandiya'nın tüm okullarında olduğu gibi, burada bir iş adamının çocuğu ile bir işçinin çocuğunu yan yana görebilirsiniz.

Hiçbir şekilde onlardan okul ücreti ya da harç alınmıyor.

Okulun geniş kafeteryasında her gün cömert miktarda sağlıklı gıda veriliyor ve buradaki 940 öğrencinin tamamına ücretsiz sağlık hizmetleri ve diş tedavisi sunuluyor.

Okul malzemelerinin hepsi bedava.

Çocuk gelişimi uzmanı pedagog ve psikologlar da dikkatle öğrencileri takip ediyor, disleksi (okuma yazma öğrenme güçlüğü) gibi sorunları hızla tespit edip onlara destek veriyor.

Sahlberg, "Sosyal eşitsizlik, çocuk yoksulluğu ve temel hizmetlerin yetersizliği bir ülkenin eğitim sisteminin performansını azaltan güçlü bir etken" diyor.

Dönüşüm

1960'lı yılların sonuna gelindiğinde Finlandiyalıların sadece yüzde 10'u ortaokul mezunuydu.

Birçok ailenin eğitim kurumlarına verecek parası yoktu ve devlet okulları yetersizdi.

Toplumun sadece yüzde 7'sinde olan üniversite diploması, nadir verilen bir ödül gibiydi.

Ancak Finlandiya tarihi, dirençli toplumuyla bilinir.

Ülke, 1917'de İsveç Krallığı'nın 600 yıl ve Rusya İmparatorluğu'nun en az 100 yıl süren hâkimiyetinden kurtularak bağımsızlığını ilan etti.

1970'lerde değişim başladı ve insan sermayesini geliştirmek, devletin önceliği oldu.

"Peruskoulu" adı verilen 9 yıllık (ilk ve orta eğitim) zorunlu eğitim sistemi de eşitlik ve sosyal kapsayıcılık değerleri altında şekillendi.

Bir sonraki öncelikleri, öğretmenler için üniversitelerde mükemmel bir mesleki eğitim programı yaratmaktı.

Günümüzde ülkedeki gençlerin büyük bölümü, tıp ve hukuk gibi çok istenen bölümlerin de üstüne öğretmenlik mesleğini koyuyor.

Toplumda katılımcılık

1990'larda eğitim yeni bir devrime sahne oldu.

Devlet, sadece eğitimciler değil ebeveynler, siyasetçiler ve özel sektör temsilcilerinin oluşturduğu sendika ve dernekleri yardıma çağırdı.

Sahlberg, bu dönemde sivil toplumun hızlı ve derinlikli bir sistem dönüşümünde rol oynadığını belirtiyor.

Nitekim Peruskoulu'yu 90'ların sonunda matematik, fen bilgisi ve okuduğunu yorumlama gibi alanlarda dünya liderliğine taşıyan da bu katkılardı.

2001'de Finlandiya, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'nün (OECD) "Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı" PISA'da tüm alanlarda dünya sıralamalarının tepesindeydi.

Eğitime yatırım da ülkede ekonomik kalkınma ve yoksulluğun önüne geçmek için lokomotif görevi görüyor.

Eşitlik beşikte başlıyor

Finlandiya'da 1970'lerden itibaren refah devleti kök saldıkça, dev bir sosyal yardım ağı kuruldu.

Bugün gelir sahibi kişi başına vergi oranı yüzde 51,6 ama bu ülkenin Birleşmiş Milletler tarafından dünyanın en mutlu ülkesi seçilmesine engel olmadı.

1930'ların sonunda hamilelere 50 basit bebek bakım malzemesinden oluşan yardım paketleri verilmeye başlandı.

Böylece sosyal sınıftan bağımsız olarak her çocuk hayata eşit başlayabiliyor.

Ayrıca bebek doğduğunda anneye 105 iş günü, babaya da 54 iş günü izin veriliyor.

Böylece çocuklar ilk yaşını aileleriyle yakın temas içinde geçiriyor.

Ebeveynlerden biri evde çocukla kalmayı tercih ederse devlet o kişiye ayda 450 euro destek veriyor. Çocuk üç yaşına gelene kadar anne de baba da işe dönme hakkına sahip.

Mesleğe geri dönünce de devlet desteği ile iş yükleri azaltılıyor.

İşe dönenler için sübvanse edilmiş özel bebek bakım merkezleri mevcut.

Düşük gelirli aileler bakım merkezlerine para vermiyor.

Hane gelirine göre değişmekle beraber en yüksek aylık ödeme 290 euro.

Finlandiyalı çocuklar 6 yaşında bedava anaokuluna başlıyor.

Amaç, basit yetenek ve bilgileri edinmelerini sağlamak ve onları okula hazırlamak.

Üniversitelerden teknik ve mesleki eğitim kurumlarına yükseköğretimde de herkes için eşitlik anlayışı devam ediyor.

Yani anaokuldan doktoraya kadar eğitim parasız.

"Finlandiya halkı, sadece kendi yaşamları değil, başkalarının yaşamlarını da öne çıkaran bir ortak sorumluluk duygusuna sahip.

"Çocuğun bakımı ve refahı için çabalar, daha doğumdan önce başlıyor ve yetişkinliğine kadar uzanıyor. Çocuk yuvaları gibi temel hizmetler, herkese eşit ve ücretsiz olarak sunulan bir hak.

Finlandiya eğitimi kamu yararı olarak görüyor bu yüzden de anayasasında temel bir insani hak."

Eğitim Uzmanı Pasi Sahlberg

 Claudia Wallin, BBC Mundo, 25 Eylül 2018

 https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45626450

Yazmak Zorunda Kaldığım İçin

    Yazmak Zorunda Kaldığım İçin:

    Bu yazıyı yazmak zorunda kaldığım için çok üzgünüm. 

Ahirete intikal etmiş bir insanın siyaset anlayışına dikkat çekerken onun hakkında olumsuz şeyler yazmak zorunda kaldığım için üzgünüm. 
Yazacaklarım ona gönül vermiş, saygı duyan, hürmet besleyen insanları muhtemelen incitecek, üzecek, bunun için üzgünüm. 

Sonradan; yanlış, saçma, ülkeye yarardan çok zarar verici olduğunu anladığım, Erbakan Hoca ile beraber oluşan o gençlik hayallerimi, onlar uğruna harcadığım zamanları, emekleri, yaşanmamış aşklarımı, kıymeti bilinmemiş, heba edilmiş gençliğimi, bu hayaller peşinde koşarken ihmal ettiğim çocuklarımı ve bütün bunların hayatımda neden olduğu tahribatı ve o tahribatın yarattığı acıyı yeniden duymak dahası artık bütünüyle kurtulmak istediğim keşkelerimi, iç çatışmalarımı, iç hesaplaşmalarımı yeniden hatırlamak, yaşamak, hissetmek zorunda kaldığım için de çok üzgünüm. 

Sadece benim duyduğum acıları değil, rahmetli Erbakan’ın yarattığı bu hayaller peşinde koşarken gençliğini heba etmiş, bunun uğruna hayatı yaşamayı, çocuklarıyla vakit geçirmeyi ıskalamış, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma bakıp büyük bir hayal kırıklığı yaşayan, bilmeden katkı verdiği bu yıkımın acısını yüreğinde duyan milyonlarca insan var, onlar için de çok üzgünüm. 

Erbakan Hoca ile kişisel olarak tanışmış, erken gençlik yaşlarında ona büyük hürmet, saygı duymuş, dahası onun evinde, onunla günlerce baş başa sohbet etmiş, bir kısım eleştirilerini, öfkelerini, yaşadığı hayal kırıklıkları onun yüzüne karşı söylemiş, bu nedenle de onun arkasından konuşmamaya özellikle dikkat eden biri olarak bu yazıyı yazmak zorunda kaldığım için de çok üzgünüm.

Yazmak zorundaydım çünkü ülkemizin şu günlerde yaşadığı bu karanlıktan, içine düşürüldüğü bu girdaptan çıkış yolunu bulmak için her şeyi açıklıkla konuşmak ve doğru tavrı, tutumu, yaklaşımı geliştirmek zorundayız.

Tam olarak neyle mücadele ettiğimizi, neyin mücadelesini verdiğimizi, dahası ülkenin içine düşürüldüğü bu girdaptan çıkabilmek, benimsememiz gereken yaklaşımları netleştirmek için bu konuları yazmak, konuşmak zorundayız. 

Asıl konuya geçmeden önce özellikle altını çizeyim: Evet uzlaşmadan yanayım, evet demokrasiden, eşitlikten, adaletten, toplumsal bütünlükten, farklılıklarımızı koruyarak bir arada durmaktan, dahası muhalefetin bir araya gelerek acil olarak güçlü bir demokrasi ittifakı kurmasından yanayım. 

Fakat uzlaşmanın yanlışta değil demokraside, adalette, eşitlikte, özgürlükte, liyakatte ve ülkemiz için hayati değerdeki özgürlükçü laiklikte olması gerektiğini düşünüyorum.

Şimdi geleyim asıl konuya. 

Muhalefet parti liderleri tam kadro olarak Erbakan Hoca’nın 10’uncu ölüm yıl dönümü anma toplantısına katıldı.

Yapılan konuşmalar, edilen sözler, Erbakan’a düzülen övgüler, verilen pozlar…

Bütün bunlara bakınca, “Muhalifler olarak biz tam olarak neyin mücadelesini veriyoruz” demekten kendimi alamadım.  

Muhalefet partilerinin Erbakan’ı anma toplantısına katılmasının, birlik fotoğrafı vermesinin asıl amacının uzlaşma kültürünü pekiştirmek olduğundan dahası iyi niyetle yapıldığından zerre şüphe etmiyorum. 

Ama biliyoruz ki “Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” 

Esasında o anma toplantısında beni rahatsız eden şey, muhalefet liderlerinin toplantıya katılımından daha çok konuşmalarda edilen sözler ve o konuşmaların ruhuna sinmiş sorunlu bir siyaset anlayışının tezahürüydü.

Hem Erdoğan’ın ve onun siyaset anlayışının ülkede yarattığı tahribattan şikayet edip hem de bu siyaset anlayışının asıl kurucu lideri, Erdoğan’ın da hocası Erbakan’a övgüler düzmek bana göre hem samimiyet sorunu taşıyor hem de ülkedeki asıl sorunun görülmesini engelliyor.

Erbakan’a övgüler düzmek asıl sorunun belli bir siyaset anlayışı olduğu gerçeğinin toplum tarafından fark edilip kabul edilmesini ve bu siyaset anlayışının ülkeye verdiği zararın asıl kaynağının kavranmasını engeller.

Bu ülkede yaşanan siyasal sorunun asıl kaynağı kişiler ve onların yanlış uygulamaları değil, belli bir siyaset anlayışıdır. 

Yani bugün ülkenin içinde bulunduğu durumun nedeni Erdoğan değil, onun benimsediği siyaset anlayışıdır.

Yani inancın siyaset malzemesi yapılmasıdır.

Dava idealinin demokrasi, adalet, özgürlük gibi evrensel değerlerin önüne konulmasıdır. 

Toplumsal barışı sağlayan özgürlükçü laiklik anlayışının tahrip edilmesidir.

Ahlakın yerine konan inanç anlayışının toplumsal çürümeyi daha da hızlandırmasıdır. 

Ümmet, İslam Dünyası denilen tam olarak ne olduğu, kim olduğu bilinmeyen afaki bir topluluğun yararını ülkedeki bireyin, vatandaşın, toplumun yani Türkiye’nin yararından daha öncelikli gören siyaset anlayışıdır. 

Toplumsal bütünlüğü tahrip eden, liyakati bütünüyle devre dışı bırakan dini inanç temelli, ümmet bilinci çerçevesindeki ‘biz ve onlar‘ ayrımına dayalı yönetim anlayışıdır.

Akla, bilime önem veren özgür bireyler yerine esas amacının dindar nesil yetiştirmek olduğunu söyleyen ve eğitim sistemini bu çerçevede düzenleyen siyaset anlayışıdır. 

Dindarlıktan anlaşılanın da ahlaktan, dürüstlükten, nezaketten uzak, içi boşaltılmış bir din anlayışıdır. 

İşte bütün bu siyaset anlayışının fikir babası, kurucu lideri, hocası ve bugün bu siyaset anlayışını uygulayan kişileri yetiştiren, eğiten kişidir Erbakan.

İnancı ideoloji haline getiren kişidir Erbakan.

İnanç esaslı ‘biz ve onlar‘ ayrımını her ortamda kullanan ve bunu toplumun zihnine işleyen kişidir Erbakan.

Anadolu Müslümanlığını ideolojik siyasi bir davaya dönüştüren, bu yaklaşımla tertemiz inancımızı toplumu ayrıştırıcı bir değer haline getiren daha doğrusu bu anlayışın ülkede büyümesini sağlayan kişidir Erbakan. 

İnanç temelli siyaset anlayışının filizlenip kök salmasını sağlayan kişidir Erbakan.

Dindar insanların zihninde demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi değerlerin yerine itaat kültürüne dayalı bir anlayışın yerleşmesini sağlayan kişidir Erbakan

Ahlaki sorun taşıyan yaklaşımları, tercihleri, yöntemleri ‘dava için‘ diyerek meşrulaştıran bu yolun dindarlar tarafından bir kültür haline getirilmesini sağlayan kişidir Erbakan.

Ümmet bilinci diyerek Rabia’nın Berkin Elvan’dan daha kıymetli görülmesine neden olan bu anlayışın yaygınlaşıp büyümesine liderlik eden kişidir Erbakan. 

İstismara dayalı katı laiklik anlayışını düzeltmek, mücadelesini bunun için vermek yerine dindar insanların laikliğin kıymetini anlamasını engelleyen, milyonlarca insanın bu değere karşı bir anlayışla yetişmesini sağlayan kişidir Erbakan.

Evet, bu ülkede, “Gericilikle mücadele ediyoruz” diyerek dindarları toplumsal hayatın dışına atmaya çalışanlara karşı bu insanların toplumsal hayatta var olması için büyük bir mücadele sürdürdü. 

Bu konuda hakkı inkar edilmez bir başarı da elde etti.

Fakat bütün bu mücadeleyi verirken o kadar yanlış bir yöntem uyguladı ki milyonların yaşamına, hayatına olumsuz etki edecek bir anlayışın büyümesine neden oldu. Dahası mücadelede benimsediği siyaset anlayışıyla temsil iddiasında olduğu inancımıza o kadar büyük zararlar verdi ki bugün geldiğimiz noktada “Erbakan özelde dindar kesime, genelde Türkiye’ye yarar mı sağladı zarar mı verdi” sorusunu insan kendisine sormadan edemiyor. 

Durum bu kadar netken Erbakan’ı anma toplantısına gidip Erbakan’a övgüler düzüp onun siyaset anlayışını uygulayan Erdoğan’dan şikayet etmek hiçbir anlam ifade etmiyor.  

Anma toplantısına katılan muhalefetin yanılgısı 

Muhalefet liderlerinin Erbakan’ı anma toplantısında sergilediği tutumun diğer bir sorunlu yanı ise toplumun büyük çoğunluğunun dindarlık refleksiyle oy verdiği yanılgısına inanan ve söylemlerini bu yanlış algıya göre ayarlayan ve bu algıya teslim olmuş bir ruh haline bürünmüş olmaları.

Bütün araştırmalar bize gösteriyor ki Türkiye’de dindarlık refleksi ile oy verenlerin oranı yüzde 20’leri geçmiyor.

Zaten Erbakan da 40 yıllık siyasi hayatında en yüksek yüzde 21 oy alabilmişti. 

Ondan ayrılan Erdoğan ve arkadaşları, “Erbakan’ın giydirdiği Milli Görüş gömleğini çıkardık, biz artık laiklikten yanayız, muhafazakar demokratız” diyerek yola çıktı ve ancak bu söylemle oylarını artırabildi.

Erdoğan oyunu artırmak için, “Biz de laiklikten yanayız, demokratız” demek zorunda kalmışken 20 yıl sonra muhalefet tam tersine muhafazakar değerlere vurgu yaparak oy alabileceğini sanması bana göre hem büyük bir yanılgı hem de Erdoğan’ın mevcut siyaset anlayışını meşrulaştıran bir işlevi var. 

Türkiye’de böyle bir seçmen profili olsaydı, yani seçmenin büyük çoğunluğu dini duygularla siyasi tercihte bulunuyor olsaydı Saadet Partisi’nin oyu yüzde 1 olmaz, yine o gelenekten gelen Deva ve Gelecek Partisi’nin oy oranları bunca olup bitene rağmen yüzde 1/2 bandında kalmazdı.

Bütün araştırmalar bize gösteriyor ki kararsız, “Hiçbir parti” diyen seçmen oranı neredeyse yüzde 25’lere varmış durumda.

Bu seçmenler ne Saadet Partisi’ne ne Deva’ya ne de Gelecek Partisi’ne gidiyor. 

Hal buyken muhalefetin bu tür bir siyaset anlayışına prim vermesinin izah edilir bir tarafı yok.

Bu siyaset anlayışına prim vermek, bunun ülkede genel geçer bir yaklaşım olduğuna inanmak Erdoğan’ın siyaset anlayışının ülkedeki siyaset alanının çizgilerini belirleyici tek faktör haline geldiğini gösteriyor. Ve bunun giderek nasıl bir daralmaya yol açacağını görmek gerekiyor.

Saadet’e, Deva’ya, Gelecek’e bile gitmeyen yüzde 25 kararsız seçmen dururken, dahası dini duygularla siyasi tercih belirlemeyen yüzde 80’den fazla bir seçmen kitlesi varken bütün partilerin ille de o yüzde 20’ye göz dikmiş olması, onların dikkatini çekecek söz ve yaklaşımlara prim vermesi hakikaten çok tuhaf.

Muhalefetin dindar değil demokrat ve özgürlükçü olması gerekiyor.

Ülkeyi yönetebilecek güçte ve iradede olduğuna toplumu inandırması gerekiyor.

İnançlara, giyimlere, yaşam tarzlarına saygılı farklılıkları zenginlik gören bir anlayışı bütünüyle benimsemesi gerekiyor.

Dini değerlere vurgu yaparak, dindar kesime şirin görünmeye çalışarak değil, tam tersine o seçmene de laikliğin onların inancını korumada tek güvence olduğunu, bu tür inanç istismarına dayalı siyasetin ülkeye/inanca verdiği zararları anlatacak ve geçmişten günümüze sürdürülen inanç, kimlik, mezhep ayrımlarını ortadan kaldıracak, bu ayrımların neden olduğu yaraları saracak bir yaklaşım ve söylem geliştirmesi gerekiyor.

Toplumun bütün kesimlerini mutlu edecek yeni bir Türkiye hayali gerçekleştirmesi gerekiyor.

Uzlaşma demek toplumun bir kesiminin yanına gitmek, onları yüceltmek değil, toplumun bütün kesimlerinin, siyasi aktörlerinin demokrasi, eşitlik, adalet, liyakat ve herkes için huzurlu, mutlu bir ülke ideali etrafında olmasıdır. 

Bunu sağlamak için de cesarete, samimiyete, açıklığa dürüstlüğe ve ilkeli olmaya ihtiyaç var.

Değerlerden, ilkelerden uzak toplumun bir kesiminin hassasiyetine gereğinden fazla öne çıkarıldığı bir uzlaşma hem topluma inandırıcı gelmeyecek hem de Erdoğan karşıtlığı algısından kurtulamayacaktır. 

Türkiye’nin Erbakan’ı da Türkeş’i de Demirel’i de Ecevit’i de aşacak, onların bu ülkede açtığı yaraları tamir amaçlı, daha aydınlık, daha demokrat, daha barışçı bir siyaset anlayışına ihtiyacı var.

Muhalefet bu yeni siyaset anlayışını ortaya koyamadığı için bugün kararsızlar ikinci büyük seçmen grubu haline gelmiş durumda.

Kararsız seçmen dindar refleksle hareket etseydi mevcut muhafazakar partilerden birine giderdi.

Gitmediğine göre…? 

28.02.2021,

LEVENT GÜLTEKİN

acikcenk@gmail.com

http://www.diken.com.tr/bu-yaziyi-yazmak-zorunda-kaldigim-icin-cok-uzgunum/?fbclid=IwAR1CS5Zbe-UuaMQODh1tgtKWonfwXRx7ce_TrS_Tj5dUqwkyLEFzyoVfxw8

VIDEO:

https://www.facebook.com/Leventgultekin/videos/217143230146269



CADILAR BAYRAMI?

.   BİR GÜN CUMHURİYET, BİR HAFTA CADILAR .   Bir günlüğüne Cumhuriyet. .   Yalnızca bir gün. Bayraklarımızı çıkarıyoruz, şiirlerimizi okuyo...