Tevfik Fikret ve ''Sis'' şiiri
Tevfik Fikret, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde Servet-i Fünûn topluluğunun lideridir. Şair ve öğretmendir.
Devrimci
ve idealist fikirleriyle Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin pek çok
aydınını etkiler.
Türk
edebiyatının Batılılaşmasında öne çıkan isimlerden birisidir. 24 Aralık 1867 tarihinde doğan Tevfik Fikret, 19 Ağustos 1915 yılında henüz 48 yaşında iken
vefat eder…
Tevfik
Fikret; sürgünlerle, baskılarla ancak aydınlık fikirleriyle dolu fırtınalı bir
hayatı 48 yaşına sığdırır…
Aşiyan
İstanbul’da
Robert Koleji’nin hemen yakınında bahçeli bir ev vardır.
İşte
bu ev şair Tevfik Fikret’in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı Tevfik
Fikret’in kendi evidir.
Adı
da ‘’Aşiyan’’dır. ''Aşiyan'' Farsça bir sözcük olup ''kuş yuvası''
anlamındadır.
Bu
adı Tevfik Fikret bizzat kendisi koymuştur.
Bu
evden İstanbul'ın ve Boğaz'ın görünümü muhteşemdir.
Bina, Tevfik
Fikret’in ölümünden bir süre sonra İstanbul Belediyesi tarafından satın
alınarak 19 Ağustos 1945 tarihinde ‘’Edebiyat-ı Cedide Müzesi’’ adıyla
ziyarete açılır.
Şairin
Eyüp’teki aile mezarlığında bulunan mezarı da şairin vasiyeti üzerine 1961
yılında müzenin bahçesine nakledilir.
Müze
bu tarihten sonra da ‘’Aşiyan Müzesi’’ adını alır.
Aşiyan Müzesi’nde
Tevfik Fikret ve ailesine ait eşyalar ile Tanzimat Edebiyatı ve
özellikle Edebiyat-ı Cedide döneminin önemli sanatçılarının eşyaları
da sergilenmektedir.
Aşiyan'da
''Sis Tablosu''
Tevfik
Fikret’in işte ‘’Aşiyan Müzesi’’ ismini alan bu evinde duvarda asılı belli
belirsiz “Sis” adlı bir yağlıboya tablo vardır. Tabloya ilk bakışta gri ve
derinliksiz, küçük bir sandaldan başka bir şey görülmez, sıradan bir tabloya
benzer.
Ancak
tabloya daha yakından bakılınca sisin ardında Süleymaniye'nin kubbesi,
minareleri, Galata Köprüsünün siluetleriyle İstanbul görülür.
Bu
tablonun ressamı Şehzade Abdülmecid’dir ve tabloda imzanın hemen üstüne Arapça
harflerle ‘’Tevfik Fikret Beye’’ ibaresi bulunur. Tablonun çerçevesine
çivilenmiş metal isimlikte ise şu ibare yine Arap harfleriyle yer alır: “Sis:
Rübab-ı Şikeste”. Rübab-ı Şikeste; Tevfik Fikret'in şiir kitabının adıdır,
''kırık saz'' anlamına gelir.
''Sis''
şiiri de Rübab-ı Şikeste' de yer alan bir şiirdir. Belli ki Şehzade Abdülmecid
Tevfik Fikret'in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ''Sis'' şiiri üzerine bu
tabloyu yaparak Tevfik Fikret'e hediye etmiştir. Çünkü tablo ''Sis'' şiirinin
resme dökülmüş hali gibidir...
Bu tablonun hemen
yanında da Tevfik Fikret'in ''Sis'' şiiri yer alır.
Sis
Şiiri
''Sis''
şiiri, orijinal hali ve günümüz Türkçesiyle Ahmet Muhip Dranas'ın hazırladığı
Tevfik Fikret'in ''Rübab-ı Şikeste'' (Kapı Yayınları, 2013) isimli kitabında
yer almaktadır.
‘’Sis’’
şiirini bu kitaptan alıp Ahmet Muhip Dranas'ın Türkçesiyle dize dize anlamını
ve şiirde geçen Osmanlıca kelimelerin Türkçe karşılıklarını şiirde geçiş
sırasına göre yazımın sonunda verdim…
Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ şiiri
dönemin sosyal ve siyasal özelliklerini yansıtan önemli bir edebi eserdir.
Namık Kemal ve Ziya Paşa mücerret (soyut) fikirleri vezin ve kafiyeye sokarak
sosyal içerikli şiirler yazarken, Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirini aynı zamanda
çok sanatkârane bir şekilde kaleme alır. Nedim ve Nâbî gibi şairler İstanbul’u
yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvir ederken Tevfik Fikret, Abdülhamit’in
istibdat yönetimi altındaki dış dünya ile derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh
hali içerisinde bulunan kendi iç dünyasını birleştirerek ‘’Sis’’ şiirini yazar.
Tevfik Fikret
evinde (Aşiyan) Abdülhamit’in polislerince göz hapsindedir.
İstanbul’da
Şubat ayıdır.
İstanbul’un
üzerinde yoğun bir sis tabakası vardır.
Tevfik
Fikret İstanbul’un üstüne çökmüş yoğun sis ile kendi içindeki sisin arasında
sıkışır.
Fikret
duygularını işte bu ‘’Sis’’ şiiriyle dışa vurur.
Rûşen Eşref Unaydın, Tevfik Fikret
(Tevfik Fikret, Hayatına Dair Hatıralar, Kitabhâne-i Sûdi, 1919) adlı eserinde
bu şiirin yazılmasındaki ortamı şöyle anlatır:
"O
sıralarda bir polis her gün evini gözaltında bulundururmuş, rutubetli bir şubat
günü sis denize olanca kesafeti ile çökmüş.
Akşama
kadar suların üstünden sıyrılamamış.
Polisin
duvarı ile sisin duvarı arasında kalan şair, o gün bütün bir devri bütün
dertleriyle duymuş."
Tevfik Fikret
şiirine önce sanki bir resim tasvir edilirmişçesine karanlık bir tablo halinde
sisi tarif ederek başlar.
Şiir
ilerleyince görürsünüz ki aynı Şehzade Abdülmecid'in tablosu gibi bu ‘’Sis’’in
arkasında, ardında, fonunda İstanbul’un silueti vardır.
Bu sis tasvirinden
sonra Fikret şu dizeleri yazar:
Lâkin
sana lâyık bu derin sütre-i muzlim (sütre-i muzlim: kara, uğursuz örtü),
Lâyık
bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!’’ (sahn-ı mezâlim: zulümler alanı)
Tevfik Fikret bu
dizelerinden sonra sisi değil artık İstanbul’a ve İstanbul'un şahsında istibdat
yönetimine olan nefretini yansıtmaya başlar.
Bu karanlık ve derin
örtü zulümlerin işlendiği bu şehre lâyıktır, müstahaktır.
İstanbul'un silueti,
kuleleri ve sarayları şahsında da istibdat idaresindeki her türlü gayri
meşruluğun, haksızlığın, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın, çapsızlığın,
beceriksizliğin, fitnenin, riyânın, çirkefliğin, çürümüşlüğün ve çöküşün
yansımaları anlatılır.
Fikret
bu şiirinde istibdat dönemlerindeki her aydın gibi derin bir ümitsizlik ve
yalnızlık ruh hali içerisindedir…
Fikret bu şiirinde İstanbul’u her istibdat döneminin benzediği
şekliyle fahişe bir kadına benzetir ve şiirinde İstanbul’a ve İstanbul
şahsında da yönetime lanetler yağdırır.
‘’Sis’’ şiirinde
İstanbul’da Bizans döneminden o güne kadar işlenen zulüm ve kanlı eylemler
vardır.
Ancak
İstanbul hakkındaki nefret dolu dizelerinin büyük bir kısmı Abdülhamid
idaresindeki dönemine aittir.
Fikret,
şehri de bu idarenin bir işbirlikçisi gözüyle görür.
Bu
güzel şehirde hiçbir güzel şey yoktur.
Her
şey bir karabasan idarenin yardımcısı mekânlardır. Bütün tarihi eserler şiirde
birer fenalık mekânları gibidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar,
Fikret'in ‘’Sis’’ şiirini Abdülhamid devrinin bir romanı olarak tanımlar
ve ''Sis'' şiirinin bir zaman sadece melûl besteler çıkaran ferdî melânkolisini
tam lâzım olduğu bir zamanda bir cemiyetin ıstırap ve ümitlerine tercüman
yaptığını söyler.
Bütün bu acı
manzaraların görünmemesi ve tarihin derinliklerine gömülmesi için şair durmadan
lanet okumaya devam eder.
O
halde bu şehir pisliklerini göstermemek için bu ağır sisle örtünmelidir. İyice
kapanmalıdır.
Örtün, evet, ey haile... Örtün,
evet, ey şehr;
Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-i
dehr!...'' (fâcire-i dehr: dünyanın koca kahbesi)
Tevfik Fikret’in
İstanbul’u kaplayan yoğun sisin altında gördüğü şeyler işte bunlardır.
Tabiatın
sisi dağılacak ancak istibdadın sisi devam edecektir.
Fikret’in
söylemek istediği de budur.
İstanbul’daki
sis dağılır ancak ne istibdadın sisi dağılır ne de Fikret’in içindeki sis…
Hatta
Fikret’in içindeki sis daha da derinleşip yoğunlaşarak Fikret'i ‘’Tarih-i
Kadîm’’’i yazacak raddeye kadar getirir...
Tevfik
Fikret için hayat karanlık mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemiyor.
Haluk uğruna her şey feda ediliyor, kimselere yaranılamıyor
derken, insan, kesif bir sis içerisinde sonsuz bir melankoliyle ezilip
kalıyor...
Mustafa Kemal
Atatürk’ün, ‘’Ben inkılap ruhunu Fikret’’ten
aldım’’ dediği Tevfik Fikret’i vefatının 106. yıldönümünde kendisini
özlemle, minnetle ve saygıyla anıyorum…
Tevfik
Fikret, ‘’Sis’’ şiirinde; yalnız sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkanan
İstanbul’u değil, bozulmuş olan bir toplumu ve aynı zamanda çürümüş ve yıkılış
halinde olan bir yönetimi ve bu yönetimin pisliklerini göstermemek için şehri
ağır bir sisle örtüyor…
Günümüzde
ise bu pisliği göstermemek için doğa şehrin denizini salya ile örtüyor…
Vedat Türkali,
‘’İstanbul’’ (Bekle bizi İstanbul) şiirinin girişinde ‘’ ‘Sis’ şairine ithaf edilmiştir‘’
diye yazıyor.
Yani
Vedat Türkali, "Sis’’ şairine ithaf ettiği ‘’İstanbul’’ şiirinde,
''Sis''teki manzarayı umumiyeye gönderme yapılarak ''Şark
cephesinde değişen bir şey yok'' mesajı veriyor…
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Tevfik Fikret'in 'Rübab-ı Şikeste''sinde yer
alan şiiri:
S İ S .......................................
Sarmış yine
âfâkını bir dûd-ı munannid,
- Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
Bir zulmet-i
beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
- beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
Tazyîkının
altında silinmiş gibi eşbâh,
- ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
Bir tozlu
kesâfetten ibâret bütün elvâh;
- bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
Bir tozlu ve
heybetli kesâfet ki nazarlar
- tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
Dikkatle nüfûz
eyleyemez gavrine, korkar!
- onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Lâkin sana lâyık
bu derin sürte-i muzlim,
- Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu tesettür
sana, ey sahn-ı mezâlim!
- lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey sahn-ı
mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
- Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
Ey sahne-i
zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!
- ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey şa'şaanın,
kevkebenin mehdi, mezârı
- Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Şarkın ezelî
hâkime-i câzibedârı;
- Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı
mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
- Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Perverde eden
sîne-i meshûf-ı sefâhet;
- sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara'nın
mâi der-âguuşu içinde
- Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
Ölmüş gibi dalgın
uyuyan tûde-i zinde;
- sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans,
ey koca fertût-ı müsahhir,
- Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
Ey bin kocadan
arta kalan bîve-i bâkir;
- ey bin kocadan arta kalan dul kız;
Hüsnünde henüz
tâzeliğin sihri hüveydâ,
- güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
Hâlâ titrer
üstüne enzâr-ı temâşâ.
- sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Hâriçten, uzaktan
açılan gözlere süzgün
- Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
Çeşmân-ı
kebûdunla ne mûnis görünürsün!
- iki lâcivert gözünle ne kadar cana yakın görünüyorsun!
Mûnis, fakat en
kirli kadınlar gibi mûnis;
- Cana yakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
Üstünde coşan
giryelerin hepsine bî-his.
- içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Te'sîs olunurken
daha, bir dest-i hıyânet
- Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
Bünyânına katmış
gibi zehr-âbe-i lânet!
- lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Hep levs-i riyâ,
dalgalanır zerrelerinde,
- Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
Bir zerre-i
safvet bulamazsın içerinde.
- İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep levs-i riyâ,
levs-i hased, levs-i teneffu';
- Hep riyânın çirkefi; hasedin, kâr güdmenin
çirkeflikleri;
Yalnız bu… ve
yalnız bunun ümmîd-i tereffu'.
- Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla
barındırdığın ecsâd arasından
- Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Kaç nâsiye vardır
çıkacak pâk u dirahşan?
- Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet, ey
hâile… Örtün, evet, ey şehr;
- Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed
uyu, ey fâcire-i dehr!..
- örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler,
tantanalar, şanlar, alaylar;
- Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler,
kal'alı zindanlı saraylar;
- Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey dahme-i
mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;
- Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran,
câmîler;
Ey gırre sütunlar
ki birer dîv-i mukayyed,
- ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
Mâzîleri âtîlere
nakletmeye me'mûr;
- geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
Ey dişleri
düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
- ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey
şanlı mebânî-i münâcât;
- Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
Ey doğruluğun
mahmil-i ezkârı minârat;
- ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey sakfı çökük
medreseler, mahkemecikler;
- Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin
zıll-ı siyâhında birer yer
- ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
Te'mîn edebilmiş
nice bin sâil-i sâbir;
- edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
"Geçmişlere
rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir;
- “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey
herbiri pür-velvele bir yâd
- Ey türbeler, ey her biri velvele koparan bir hâtıra
İykâz ederek
sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
- canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey ma'reke-i tîn
ü gubâr eski sokaklar;
- Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
Ey her açılan
rahnesi bir vak'a sayıklar
- ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
Vîrâneler, ey
mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;
- vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara
damlarla birer mâtem-i ber-pâ
- Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
Temsîl eden âsûde
ve fersûde mesâkin;
- sembole eden harap ve sessiz evler;
Ey her biri bir
leyleğe, bir çaylağa mavtın
- ey her biri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
Gam-dîde ocaklar
ki merâretle somurtmuş,
- kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
Yıllarca zamandan
beri, tütmek ne…unutmuş;
- ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mi'delerin
zehr-i tekâzâsı önünde
- Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
Her zilleti
bel'eyleyen efvâh-ı kadîde;
- her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey fazl-ı
tabîatle en âmâde ve mün'im
- Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
Bir fıtrata
makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
- bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
Her ni'meti, her
fazlı, her esbâb-ı rehâyı
- her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
Gökten dilenen
züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
- gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey savt-ı kilâb,
ey şeref-i nutk ile mümtâz
- Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
İnsanda şu
nankörlüğü tel'in eden âvâz;
- olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey girye-i
bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
- Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
Ey nâtıka-ı acz ü
elem, nazra-i nefrîn;
- ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey cevf-i esâtîre
düşen hâtıra: nâmus;
- Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
Ey kıble-i ikbâle
çıkan yol: reh-i pâ-bûs;
- ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey havf-i
müsellâh, ki hasârâtına râci'
- Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
Öksüz, dul
ağızlardaki her şevke-i tâli';
- her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey şahsa
masûniyyet ü hürriyyete makrûn
- Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
Bir hakk-ı
teneffüs veren efsâne-i kaanûn;
- yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey va'd-i muhâl,
ey ebedî kizb-i muhakkak,
- Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
Ey mahkemelerden
mütemâdî sürülen hak;
- ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey savlet-i evhâm
ile bî-tâb-ı tahassüs
- Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
Vicdanlara temdîd
edilen gûş-ı tecessüs;
- vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
Ey bîm-i
tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;
- ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey gayret-i
milliye ki mebgûz u muhakkar;
- Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey seyf ü kalem,
ey iki mahkûm-ı siyâsî;
- Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
Ey behre-i fazl ü
edeb, ey çehre-i mensî;
- ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu
çehre!
Ey bâr-ı hazerle
iki kat gezmeye me'lûf;
- Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
Eşrâf ü tevâbi',
koca bir unsûr-ı ma'rûf;
- zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey re's-i
fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
- Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey
onu ta'kîbe koşan genç;
- ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey mâder-i
hicranzede, ey hemser-i muğber;
- Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
Ey kimsesiz,
âvâre çocuklar… hele sizler,
- ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
Hele sizler… -
hele sizler...
Örtün, evet, ey
hâile… Örtün, evet, ey şehr;
- Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed
uyu, ey fâcire-i dehr!...
- Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
18
Şubat 1317/ 3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)
Tevfik
FİKRET
https://www.sehriyar.info/?pnum=549