Samir Amin Türkiye'yi Böyle Değerlendirmişti
.
Prof. Dr. Samir Amin 86 yaşında Paris’te hayatını kaybetti. Ali
Bilge’nin 26 Ocak 2003’te Brezilya’nın Porto Alegre kentinde düzenlenen III.
Dünya Sosyal Formu’nda Samir Amin ile yaptığı ve genel yayın yönetmeni olduğu
İktisat İşletme ve Finans dergisinin Nisan 2003 sayısında yayınlanan
söyleşiyi paylaşıyoruz.
"'Başka Bir Dünya Mümkündür'
Nasıl?" başlıklı söyleşinin Türkçe’ye çevirisi Serhan Kara’ya ait.
Düşünür
Samir Amin, 2003'te Ali Bilge'ye şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“Türkiye, seküler toplum anlayışı açısından
Arap ülkelerine kıyasla ileride. Ancak hala yarı-seküler. Nesnel olarak,
Türkiye bir üçüncü dünya ülkesidir; bir Asya ülkesidir.”
Sosyalizmin temel ve ilk bakış açısı
insanlığın geleceği ile ilgili enternasyonalist ve uygarlaştırıcı bir düzeni
oluşturmaktı. Sosyalizm, 19. yüzyıldan itibaren dünyayı insanlığın büyük vatanı
haline getirme tutkusuyla birleştirdi. Bu ereklere yeniden dönmek mümkün müdür?
Nasıl?
Bunun için; “Proletaryanın yurdu
yoktur” argümanı ile dile gelen “soyut evrensellik”, “geçmişi tümüyle atalım”
yaklaşımı ile temellenen “soyut devrimcilik” hangi yönde ve nasıl değişmelidir?
Devrimci dönüşümü sağlamak için yereli ve geçmişi korumak gerekli midir?
Yeryüzü vatan artık neyi ifade etmektedir? Evrenseli yurdun karşısına koymayan
bir yeryüzü ölçeği nasıl yaratılabilir? Bu bağlamda, başka bir dünya nasıl
mümkündür?
Sorduğunuz
çok temel bir soru ve yanıtlanması çok kolay değil. Bir defa, Marksizm diyen
kişi, bununla ne kastettiğini de açıkça belirtmeli. Benim için Marksizm,
Marx’la başlamak demektir, Marx’ta kalmak demek değil. Bu, kendine özgü
nitelikleriyle, insanlık tarihinin geçmişteki aşamalarından farklı bir aşaması
olarak kapitalizmin ne olduğuna dair Marx’ın yapmış olduğu temel ve muhteşem
eleştiriyi bir başlangıç noktası olarak kabul etmektir.
Bu açıdan
bakıldığında, temel analiz tabii ki Marx’ın kendi yaşadığı günlerdeki
kapitalizme ilişkin analiziydi; halen de öyledir. Bu alanda temel düzeyde bir
katkı yapıldığını düşünmüyorum. Burada kastettiğim, tarihe ve -sofistike (ya da
modern) neoklasik ve neoliberal ekonomi de dahil olmak üzere burjuva ekonomisi
şeklinde ifade edilen ve Marx’ın haklı olarak bayağılık ekonomisi diye
eleştirdiği- kapitalizmin işleyişine ilişkin burjuva görüşünün aksi yönde bir
katkı yapmasıdır. Marx’ın temel metoduyla karşılaştırıldığında tam tersidir. Bu
Marx’tır.
Marksizm ise
farklı bir şeydir. Ben buna tarihsel Marksizm demeyi tercih ediyorum. Marx,
kendini açıkça Marksist olarak tanımlayan kişilerce bu şekilde anlaşılmış ve
hayata geçirilmiştir. Görüşlerinden dolayı onları suçluyor veya eleştiriyor
değilim. O ne ise oydu, toplumların tarihsel deneyimlerinin ve tarihsel
Marksizmle karşılaşan insanların sorgulamalarının, çözümlemelerinin ışığında sürekli
yenilenmesi gerekirdi. Ve işte, sizin sorunuz şimdi, bu çerçevede bir anlam
ifade ediyor.
Marx
sosyalizmin nasıl kurulacağı konusunda bir teori getirmemiş ve açıkça şunu
söylemiştir: “Ben gelecekte yenecek bir yemek pişirmiyorum.” İnsanlar kapitalizm
sonrası toplumu sınıfsız toplum perspektifi ile kuracaklar; bu sınıf
mücadelesidir. Kendisi sosyalizmin koşullarıyla ilgili bir teori
oluşturmamıştır. Sosyalizmin koşullarına ilişkin iki grup teori görünmektedir.
O bu konuda sadece bir ilke belirtmiştir: Proletarya terimi diğer çalışan
sınıfları ve halk gruplarını da kapsamalıdır. Örneğin, gerçek tarihle,
özellikle de analiz ettiği Fransa’nınkiyle uğraşırken, her zaman proletarya ve
diğer halk sınıfları, özellikle köylüler arasındaki ilişkiden söz ederdi. Hatta
şöyle güzel bir cümle yazmıştı: “Eğer proletarya Paris Komününde olduğu gibi
devrime tek başına, köylülerin ittifakı olmadan kalkışırsa, şarkısı ölüm
şarkısı olacaktır”. Yani o bunun bilincindeydi.
Marx’tan
sonra, kapitalizmin nasıl aşılacağına dair teorinin iki aşaması geliştirildi.
İlki, I. Dünya Savaşından önce, II. Enternasyonal’de dile getirilen, Avrupa ve
Kuzey Amerika’da başlayan kapitalizmin sömürge imparatorlukları yoluyla
yayılarak dünyayı nispeten homojenleştireceği varsayımına dayanan, bu nedenle
dünyanın değişik yerlerinde benzer mücadele koşullarının oluşacağını öngören
bir evrim teorisiydi.
Marx bu
konuya da değindi. Hatta bu görüşün kökleri Marx’ın Hindistan hakkındaki
sözlerine kadar uzanır. II. Enternasyonalin kapitalizmin emperyalist boyutuyla
ilgili olarak gözden kaçırdığı şey şuydu: Kapitalizmin yayılması dünyayı
homojenleştirmiyor, tersine bir kutuplaşma yaratıyor -ki ben buna merkez-çevre
vs diyorum- ve bu durum kutuplaşmayı çoğaltıp derinleştiriyor (Amin burada
merkez-çevre vs derken, iki süper gücün arasındaki kutuplaşmadan değil merkez
ülkeler-çevre ülkeler kutuplaşmasıdan söz ediyor. *Çevirenin notu).
İşte tamamen
bu nedenle ikinci bir kavram gelişti:
III. Enternasyonel’de gelişen kavram.
Buna göre, devrim en zayıf halkada başlardı. En zayıf halka da Rusya’ydı. Zayıf
halkalar, kesinlikle içinde işçi sınıfı ile birlikte köylülerin de bulunduğu
toplumlardır. Bu noktadan hareketle, Lenin’in görüşü de devrimin buralardan
başlayacağı, fakat hızla gelişmiş bölgelere, kapitalist merkezlere yayılacağı
idi.
Lenin bu
sırada esas olarak Almanya’yı düşünmekteydi. Ancak, Lenin’in beklediği
gerçekleşmedi, yani devrim yayılmadı. Ve Rus Devrimi, Sovyetler Birliği gibi
çok büyük bir ülke olmasına karşın, “yalnız kalırsak o zaman ne yapmalıyız?” sorusuyla
karşı karşıya kaldı. Sosyalizmin izole ve büyük bir ülkede kurulması fikrinin
özü de budur. Bu şekilde kurulacak olan sosyalizmin iki görevi vardı. Lenin
bunu Sovyet Gaz-Elektrik’te şöyle özetler: Bu modernizasyondur -elektriktir-,
kapitalist merkezlerde gerçekleştirilen sınai gelişme modelini kopya etmek,
fakat bu modele bir başka toplumsal gücü, Sovyet’in, yani işçinin ve köylünün
gücünü katmaktır.
Peki, sonra
ne oldu derseniz, elektrikler kesildi, Sovyet modeli kademeli bir şekilde
içeriğini kaybetti. Model giderek sonunda kapitalizme yol açacak bir yapıya
dönüştü.
Böylece,
bugün bizler uzun dönüşüm süresi kavramına geri döndük ve bununla uğraşmamız
gerekiyor. Ve işte bu noktada ben bir başka dönüşüm modelinden, uzun bir süreç
içinde küresel kapitalizmden küresel sosyalizme dönüşümden, söz ediyorum. Bu,
önemli politik gelişmeler olduğunda ve insanlar arasında yeni birlikler
kurulduğunda hep görülen mücadeledir. Ve bu birçok değişik yerde olabilir ve
olumlu politik değişimlere yol açabilir. İlerleyişlerini sosyalizmi kurmak
üzere mi tasarlamaları gerekir? Evet, bu konular kısmen sermaye birikimi
mantığıyla ve yaygın halk sınıflarının siyasi ve toplumsal boyutlarını
güçlendirme mantığıyla ilişkili süreçlerdir.
Yaygın halk
sınıfları derken, özellikle işçilerle var oldukları sürece köylüler arasındaki
ittifakın güçlendirilmesini kastediyorum. Köylüler daha uzun bir tarihsel
dönemde varlıklarını koruyacaklar. Dilerseniz, uzun sürede dönüşüm hakkında
yazdığım bir pasajı size gönderebilirim.
Birkaç yıl önce Fransız Filozof Edgar
Moren ile konuştuğumda “Osmanlı Avrupalıdır, Türkiye Avrupalıdır” demişti.
Avrupa düşüncesinin bir sınırlar
coğrafyası olmadığını, bir kültürler bileşkesi olduğunu öne sürmüştü.
Gerçek Avrupa düşüncesinin de Doğu’dan
İslam’dan ve hatta Türkiye’den beslenmeden yaşayamayacağını söylemişti.
Bu bağlamda Türkiye’nin AB’ye katılma
isteğini ve ısrarını ne şekilde değerlendiriyorsunuz?
Ben, Osmanlı
İmparatorluğu tarihi ile Atatürk tecrübesinin çok farklı şekilde çözümlüyorum.
Öncelikle Osmanlı İmparatorluğu...
İslami Arap ve Arap-Türk tutkusunun, medeniyetinin doğru olup olmadığını
tartışmayacağız. Doğruydu, üstelik Avrupa, Batı ve Hıristiyan düşüncelerinin
oluşmasında da çok önemli rol oynadı. Bu tarihi bir meseledir.
Fakat
kapitalizm belirirken Osmanlı İmparatorluğu buna iştirak etmedi.
Kapitalizm Avrupa’nın bile tamamında
değil, Batı Avrupa’da belirginleşti.
Atlantik Okyanusu kıyılarında,
İngiltere’de -Britanya’nın bile tamamında değil- Kuzey Fransa, Belçika ve
Hollanda ile Batı Almanya’nın bazı kısımlarında. Feodalizmden kapitalizme
gerçek nitel bir dönüşümün çekirdeği de burasıdır. Daha sonra Güney ve Doğu
Avrupa’ya yayılmıştır. Osmanlı İmparatorluğuna ise ulaşmamıştır.
Teknolojik ve
askeri alanlar da dahil olmak üzere kendisinden daha güçlü hale gelen
Avrupalılardan gelen bu meydan okuma karşısında Osmanlı İmparatorluğu da tepki
gösterdi.
Buradaki temel fikir, bir iç çatışmaya
ya da burjuvazinin ortaya çıkışına yol açmaksızın, başta ordu olmak üzere
teknolojik düzeyde Osmanlı İmparatorluğu’nun modernizasyonuydu.
Bu sadece
Osmanlı İmparatorluğunun Türk tarafında böyle olmadı...
Aynı zamanda Mısır’da da... Muhammed
Ali’yi biliyorsunuz, öyle değil mi? Böylece, aynı dönemde Muhammed Ali’nin
Mısır’daki reformları...
Türkiye’deki, yani Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki Tanzimat, hep çok benzer modernizasyon düşünceleridir.
Osmanlı
İmparatorluğunun kaderini modernizasyona doğru değiştiren dışsal etkenlerdir.
Bu bakımdan, Osmanlı İmparatorluğu,
coğrafi olarak Avrupa’da ve Balkanlarda bazı alanları kontrol altında
tutabiliyorsa da, bu çok önemli değil.
Hatta bugün coğrafi açıdan İstanbul’un
Avrupa’da olması da önemli değil.
Osmanlı İmparatorluğu’nun halkı ve
Osmanlı İmparatorluğunun Türk olan bölümü -ki şimdi Türkiye’dir- ve aynı
zamanda Kürtler... Eski Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürtler ve Türklerin olduğu
bölümü ile Arap bölümü de Avrupalı değildir.
Avrupalı
değildirler çünkü kesinlikle kendi içlerinde bir burjuva devrimi
yapmamışlardır.
Sadece dışarıdan gelen meydan okumaya
tepki vermişlerdir.
Avrupalı olmayışları Müslüman oldukları
için değil; hayır, insanları dinlerine göre sınıflandırmak tuhaf bir yoldur.
Avrupalı değildirler çünkü, Avrupalının
tanımı, burjuva devriminden geçmiş insanlardır.
İkinci ve daha radikal olarak, zira
artık 1920’lerdeyiz, 1830’larda değil, ama yine aynı düşünceydi... Yani
kastettiğim, ulusal halkçılık...
Atatürk deneyimi ile daha sonra Arap
ülkelerinde gelişen, -Mısır’da Nasır’la ya da Suriye ve Irak’ta BAAS’la
gelişen- çok az demokrasi içinde modernleşme arasında çok güçlü bir kıyaslama
yapılması gereğidir.
Hatta hiç demokrasi.
En fazla, Avrupa’dan ve Batı’dan biraz
da resmi olarak kopya edilmiş kurumlar.
Oysa bu Türkiye için çok önemli.
Türkiye,
laik, ya da diğer bir deyişle seküler toplum anlayışı açısından Arap ülkelerine
kıyasla ileride. Ancak hala yarı-seküler.
Atatürk dönemi de dahil olmak üzere,
Türkiye’nin hiç bir zaman gerçek seküler bir toplum olduğunu düşünmüyorum.
Bu, dinin toplumsal yapıdan çıkarılması
değil, iktidara hizmet etmek üzere evcilleştirilmesidir.
Bu bugünkü Türkiye’nin dramıdır.
Bence “Biz Avrupalıyız, Avrupalı
olmak istiyoruz” diyenler burjuvazidir, entellektüellerdir -ki bu çok doğaldır.
Fakat Türkiye halkının bütünü böyle
düşünüyor mu?
Onlar üçüncü dünyaya aitler.
Nesnel olarak, Türkiye bir üçüncü dünya
ülkesidir; bir Asya ülkesidir.
Afrika-Asya dayanışmasının kurucu
ülkelerinden biri olmalıydı.
Ancak, o “düş” yüzünden olamadı.
Bu düş bugün devam etmekte ve bence bu
bir dramdır.
Çünkü Avrupalılar tarafından kabul
edilmeyeceksiniz.
Edilseniz
bile, benim latinoamerikanlaştırılma dediğim gibi, Batı Avrupa’nın çevre ülkesi
olacaksınız.
Sayın Amin, güzel söyleşi için teşekkür
ediyorum. (AB/AS)
https://bianet.org/haber/samir-amin-15-yil-once-turkiye-yi-boyle-degerlendirmisti-199932