. SOL, ANTİEMPERYALİZM, KÜRTÇÜLÜK VE “KARDEŞLİK”
1960 sonrası gelişen sol ve devrimci hareket içinde belirgin kanatlar ortaya çıktı. Bir yanda Harun Karadeniz’in temsil ettiği ve öğrencilerin de dahil olduğu işçi sınıfı odaklı bir hareket vardı. Karadeniz, Teknik Üniversite Öğrenci Birliği kimliğiyle grev ve sendikalaşma faaliyetlerine danışmanlık yaparak bu hareketlere yön vermeye çalıştı.
Ancak bu çizgi, o dönem Dev-Genç çevresi
tarafından “devrimci olmamakla” eleştirildi.
Dev-Genç ise
Doğan Avcıoğlu’nun Yön Hareketi veya Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim
(MDD) tezi doğrultusunda, anti-emperyalist ve millici bir politika izliyordu.
Bu stratejinin
önemli bir parçası da “asker-sivil zinde güçler” olarak tanımlanan unsurlardı.
Sonradan 9 Mart
Cuntası olarak anılacak bu girişim, “Türkiye halkları” sloganına karşı çıkarak
“Türkiye halkı” kavramını vurguluyordu.
“Halklar”
ifadesi, bu çizgi tarafından Kürtçülüğe giden bir yol olarak görülüyordu.
Bu süreçte Dr.
Hikmet Kıvılcımlı ise özgün bir çizgi savunuyordu.
Kıvılcımlı, bir
yandan Harun Karadeniz’e paralel olarak işçi sınıfının örgütlenmesini
savunurken, diğer yandan Türkiye’ye özgü bir durum olarak devlet geleneğinden
gelen “ilmiye” ve “seyfiye” (kılıçlılar) gibi sınıfların da işçi hareketiyle
ittifak kurması gerektiğini öne sürüyordu.
Harun Karadeniz
ve çevresi TİP içinde sosyalist devrimi savunurken, Dr. Kıvılcımlı MDD gibi
milli tezlerin burjuva nitelikte olduğunu belirterek demokratik devrim vurgusu
yapıyordu.
Buna karşılık
Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli, işçi sınıfı örgütlenmesine dahi karşı çıkarak
belirleyici gücün asker-sivil aydın zümrede
olduğunu savunuyordu.
1971
KIRILMASI: SİLAHLI MÜCADELE VE HALK SAVAŞI STRATEJİSİ
1970’lere
gelindiğinde bu millici çizgi kırılmaya başladı.
Öğrenci
hareketleri, giderek “halk savaşı”
stratejisine yöneldi.
Bu yönelimde
Vietnam Halk Savaşı, Filistin Kurtuluş Örgütleri ve kısmen Che Guevara idol
olarak alındı.
Özellikle
Vietnam modeli o kadar etkiliydi ki, Che Guevara’nın “Bir, iki, üç daha fazla
Vietnam!” sloganı sıkça kullanılıyordu.
Ancak
Vietnam’daki anti-emperyalist mücadelenin Türkiye’deki yansıması farklı oldu.
9 Mart’taki
ilerici ve anti-Amerikancı askeri girişimin önünü kesmek amacıyla 12 Mart 1971
Muhtırası geldi ve tam Amerikancı bir çizgi iktidara taşındı.
Başlangıçta “Ordu-gençlik el ele, milli cephede!” sloganını
benimseyen hareket, halk savaşı tezine yönelince ordu içindeki ilerici kanatla
da karşı karşıya geldi.
1971’deki bu
süreç; Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi
(THKP-C) gibi örgütlerin, Türkiye’nin bütünlüğünü savunan birleşik bir bağımsızlık mücadelesi stratejisinin
sonlanmasıyla sonuçlandı.
’71
YENİLGİSİ SONRASI: “İÇ SÖMÜRGE” TEZİ VE KÜRT HAREKETİNİN YÜKSELİŞİ
1974’teki genel
aftan sonra yeni bir dönem başladı.
Eski THKP-C
çizgisinin devamı niteliğindeki hareketler, “birleşik bağımsızlık mücadelesi”
ve “devrimci demokratik hareket” gibi tezleri güncelledi.
Ancak bu
dönemde, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisini farklı yorumlayan yeni bir akım
ortaya çıktı.
Bu akım,
Türkiye’nin emperyalizm tarafından sömürülen bir ülke olmaktan ziyade,
kendisinin ülkenin doğusunu sömürdüğünü iddia ediyordu.
Batıdaki
gelişmişliğin doğudaki geri kalmışlıktan kaynaklandığı şeklindeki bu soyut ve bilimsel dayanaktan yoksun “iç
sömürgecilik” tezi, giderek popülerlik kazandı.
Dev-Genç, bu
sömürgecilik tezine karşı en çok mücadele eden yapılardan biri oldu.
Ancak bu tez,
daha sonra Kürtçü hareketlerin teorik temelini oluşturdu.
Şu fikirler
yaygınlaştı:
“Türkiye,
Kürdistan’ı sömürmektedir. O halde devrimcilerin görevi, ezen ulusa karşı
ezilen ulusun yanında yer almaktır. Ezilen ulusun milliyetçiliği meşrudur.”
’71
yenilgisinin ardından birleşik devrimci mücadele fikri zayıfladı ve yerini,
Marx’tan ödünç alınan bir formülle (“İngiltere’nin devrimi İrlanda’dan geçer”)
Türkiye’nin devriminin Kürdistan’ın devriminden geçtiğini savunan sol tezlere
bıraktı.
Bu zemin,
zamanla PKK’nın güçlenmesine olanak sağladı.
Sınıf temelli
“sömüren-sömürülen” denklemi, “kardeşlik” temelinde yeniden yorumlandı.
Bu yeni
anlayışa göre, “sömüren kardeşin (Türk), sömürülen
kardeşin (Kürt) haklarını savunması” devrimciliğin ve demokratlığın
ölçütü haline geldi.
Türkiye’deki
sol hareketlerin önemli bir kısmı, bu eksende Kürt hareketinin bağımsızlık
çizgisini savunmaya başladı.
1980’LER
SONRASI: RADİKAL DEMOKRASİ, PKK KUYRUKÇULUĞU VE YENİ STRATEJİLER
“Kürt
şehirleri” gibi kavramlar devrimci jargona girdi.
Oysa ne Deniz
Gezmiş’in ne de Mahir Çayan’ın tezlerinde etnik
temele indirgenmiş bir iç sömürgecilik tezi bulunmuyordu; asıl mücadele emperyalizme karşıydı.
1980’lerden
sonra PKK’nın ortaya çıkmasıyla, solun “PKK
kuyrukçuluğu” olarak adlandırılan dönemi başladı.
Bu dönemin
teorik arka planını ise radikal demokrasi oluşturdu.
Bu anlayışa
göre Türk solu artık iktidarı hedeflememeli, ÖDP örneğindeki gibi farklı
kimliklerin (gökkuşağı modeli) eşitler olarak yan yana durduğu, kimsenin egemen
olmadığı bir yapı kurulmalıydı. Pratikte bu durum, Kürt siyasi hareketinin
merkezde olduğu ve Kürtçülüğü savunmanın sosyalizm olarak
pazarlandığı bir çizgiye dönüştü.
Denizler Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi savunurken, bu yeni radikal
demokrasi anlayışı, dünyadaki gerici iktidarlara
karşı ABD ile iş birliği yapmayı meşrulaştırdı.
Böylece Kürt hareketinin ABD ve İngiltere ile olan iş birliği,
onlara eklemlenen sol tarafından da görmezden gelindi.
Dr. Hikmet
Kıvılcımlı, 1970’te “Yol Yazıları”nda Türkiye soluna iki tehlikenin sokulmak
istendiğini söylüyordu:
Birincisi silahlı çetecilik (gerillacılık), ikincisi ise Kürtçülük.
1980’den
günümüze uzanan süreç, Kıvılcımlı’nın bu öngörüsünü doğrularcasına sosyalist hareketi yozlaştıran ve emperyalizmin
yedeğine düşüren bir çizginin hakimiyetine sahne oldu.
GÜNÜMÜZ:
ŞEHİR DEVLETLERİ, BURJUVAZİNİN ENTEGRASYONU VE “KENT UZLAŞISI”
Günümüzde
“ayrılma” tezi büyük ölçüde terk edilmiştir.
Beş parçalı
Kürdistan veya konfederalizm gibi tezlerin yerini yeni bir strateji almıştır.
Artık Kürt hareketinin merkezi; İstanbul, İzmir, Muğla
ve Antalya gibi Türkiye’nin en büyük ve ekonomik olarak en dinamik kıyı
şehirleridir.
Yaklaşık
2005’ten beri Türk Solu’nda yazdığım bu teze göre amaç, büyükşehirlerde Kürt
kimliğini resmi bir “kantonal kimlik” olarak tanıtmaktır.
“Eşit vatandaşlık” kavramı, bu kimliğin tanınması
talebini içermektedir.
Bu stratejinin
pratik bir yansıması, yerel seçimlerdeki “kent
uzlaşısı” arayışları olmuştur.
Bu durumun
ekonomik bir temeli de vardır.
Karadeniz veya
Kayseri burjuvazisi gibi, Diyarbakır ve Van merkezli Kürt burjuvazisi de ulusal
iktidar bloğunda yer almak istemektedir.
Özellikle
Akdeniz’deki turizm ve büyükşehirlerdeki müteahhitlik
işleriyle büyüyen Kürt burjuvazisi, elindeki sermayeyi endüstriyel bir
sıçrama için kullanma çabasındadır.
Bu durum, AKP
döneminde Anadolu Kaplanları’nın sanayi burjuvazisine dönüşme çabasına
benzemektedir.
Çağımız, ulus
devletlerin yerine şehir devletlerinin geçtiği bir dönemdir.
Nasıl ki
Rusya’da Tatar veya Kazak burjuvazisi ayrılmak yerine Moskova’daki ticari
hayatı kontrol etmeye çalışıyorsa, Türkiye’de de benzer bir eğilim
görülmektedir.
Güneydoğu’ya
neden yatırım yapılmadığı sorusunun cevabı da buradadır:
Limanlara
ve büyük pazarlara uzaklık, kârlılığı düşürmektedir.
Bu nedenle
yatırımlar İstanbul, İzmir gibi liman ve turizm kentlerinde yoğunlaşmaktadır.
SONUÇ:
SİYASETTEKİ YENİ DENGELER VE GELECEK PROJEKSİYONLARI
Günümüzdeki
“demokratikleşme” ve “kardeşlik” söylemleri, aslında büyükşehirlerdeki Kürt
burjuvazisinin finans-kapital içinde ve iktidar bloğunda yer alma talebini ifade
etmektedir.
Geçmişte
“İstanbul Dukalığı” olarak adlandırılan Koç gibi grupların egemen olduğu
iktidar yapısına artık inşaat, turizm ve sanayi sektörlerindeki Kürt burjuvazisi de dahil olmak istemektedir.
Bu entegrasyon
çabası, siyasi ittifakları da şekillendirmektedir.
DEM Parti’nin CHP ile başlattığı ittifak denemesi, CHP’li
belediyelere yönelik operasyonlarla sekteye uğramıştır.
Bu durum,
AKP-MHP blokuyla bir uzlaşı arayışına girilebileceğine işaret etmekteydi.
Şimdi bu
yaşanmaktadır.
Yaklaşık üç yıl
önce ortaya koyduğum bu analiz, bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Gelecekteki
iktidar blokunu şekillendirecek bu politikaya göre, iktidar
adayı olan herkesin Kürtçülüğe yakın durması beklenmektedir.
Örneğin,
İmamoğlu veya Özgür Özel’in “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü kullanmaktan
kaçınması, bu ittifak arayışının bir yansıması olarak okunabilir.
Diğer yanda ise
MHP’nin, Abdullah Öcalan’ı “kurucu lider”
olarak tanımlayarak, “iktidarı bizle kurarsanız Kürt burjuvazisinin kantonal ve
anayasal hakları tanınabilir” şeklinde bir açılım yapması da aynı stratejinin
bir parçasıdır.
Sonuç olarak,
“eşit yurttaşlık” kavramı, günümüzde Kürt
burjuvazisinin hem ekonomik hem de siyasi iktidar bloğunda eşit bir
aktör olarak yer alma talebinin bir ifadesi haline gelmiştir.
1980’lerin
ayrılma tezi, yerini iktidar bloğuna entegre olma çabasına
bırakmıştır.
* Prof. Dr.
Şener Üşümezsoy'un yazısını Türk Solu'nun internet sitesinde okuyabilirsiniz.
https://www.turksolu.com.tr/sol-antiemperyalizm-kurtculuk-ve-kardeslik/