12 Ağustos 2025 Salı

SOL ANTİEMPERYALİZM KÜRTÇÜLÜK

.  SOL, ANTİEMPERYALİZM, KÜRTÇÜLÜK VE “KARDEŞLİK”

1960 sonrası gelişen sol ve devrimci hareket içinde belirgin kanatlar ortaya çıktı. Bir yanda Harun Karadeniz’in temsil ettiği ve öğrencilerin de dahil olduğu işçi sınıfı odaklı bir hareket vardı. Karadeniz, Teknik Üniversite Öğrenci Birliği kimliğiyle grev ve sendikalaşma faaliyetlerine danışmanlık yaparak bu hareketlere yön vermeye çalıştı. 

Ancak bu çizgi, o dönem Dev-Genç çevresi tarafından “devrimci olmamakla” eleştirildi.

Dev-Genç ise Doğan Avcıoğlu’nun Yön Hareketi veya Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim (MDD) tezi doğrultusunda, anti-emperyalist ve millici bir politika izliyordu.

Bu stratejinin önemli bir parçası da “asker-sivil zinde güçler” olarak tanımlanan unsurlardı.

Sonradan 9 Mart Cuntası olarak anılacak bu girişim, “Türkiye halkları” sloganına karşı çıkarak “Türkiye halkı” kavramını vurguluyordu.

“Halklar” ifadesi, bu çizgi tarafından Kürtçülüğe giden bir yol olarak görülüyordu.

Bu süreçte Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise özgün bir çizgi savunuyordu.

Kıvılcımlı, bir yandan Harun Karadeniz’e paralel olarak işçi sınıfının örgütlenmesini savunurken, diğer yandan Türkiye’ye özgü bir durum olarak devlet geleneğinden gelen “ilmiye” ve “seyfiye” (kılıçlılar) gibi sınıfların da işçi hareketiyle ittifak kurması gerektiğini öne sürüyordu.

Harun Karadeniz ve çevresi TİP içinde sosyalist devrimi savunurken, Dr. Kıvılcımlı MDD gibi milli tezlerin burjuva nitelikte olduğunu belirterek demokratik devrim vurgusu yapıyordu.

Buna karşılık Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli, işçi sınıfı örgütlenmesine dahi karşı çıkarak belirleyici gücün asker-sivil aydın zümrede olduğunu savunuyordu.

1971 KIRILMASI: SİLAHLI MÜCADELE VE HALK SAVAŞI STRATEJİSİ

1970’lere gelindiğinde bu millici çizgi kırılmaya başladı.

Öğrenci hareketleri, giderek “halk savaşı” stratejisine yöneldi.

Bu yönelimde Vietnam Halk Savaşı, Filistin Kurtuluş Örgütleri ve kısmen Che Guevara idol olarak alındı.

Özellikle Vietnam modeli o kadar etkiliydi ki, Che Guevara’nın “Bir, iki, üç daha fazla Vietnam!” sloganı sıkça kullanılıyordu.

Ancak Vietnam’daki anti-emperyalist mücadelenin Türkiye’deki yansıması farklı oldu.

9 Mart’taki ilerici ve anti-Amerikancı askeri girişimin önünü kesmek amacıyla 12 Mart 1971 Muhtırası geldi ve tam Amerikancı bir çizgi iktidara taşındı.

Başlangıçta “Ordu-gençlik el ele, milli cephede!” sloganını benimseyen hareket, halk savaşı tezine yönelince ordu içindeki ilerici kanatla da karşı karşıya geldi.

1971’deki bu süreç; Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP-C) gibi örgütlerin, Türkiye’nin bütünlüğünü savunan birleşik bir bağımsızlık mücadelesi stratejisinin sonlanmasıyla sonuçlandı.

’71 YENİLGİSİ SONRASI: “İÇ SÖMÜRGE” TEZİ VE KÜRT HAREKETİNİN YÜKSELİŞİ

1974’teki genel aftan sonra yeni bir dönem başladı.

Eski THKP-C çizgisinin devamı niteliğindeki hareketler, “birleşik bağımsızlık mücadelesi” ve “devrimci demokratik hareket” gibi tezleri güncelledi.

Ancak bu dönemde, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisini farklı yorumlayan yeni bir akım ortaya çıktı.

Bu akım, Türkiye’nin emperyalizm tarafından sömürülen bir ülke olmaktan ziyade, kendisinin ülkenin doğusunu sömürdüğünü iddia ediyordu.

Batıdaki gelişmişliğin doğudaki geri kalmışlıktan kaynaklandığı şeklindeki bu soyut ve bilimsel dayanaktan yoksun “iç sömürgecilik” tezi, giderek popülerlik kazandı.

Dev-Genç, bu sömürgecilik tezine karşı en çok mücadele eden yapılardan biri oldu.

Ancak bu tez, daha sonra Kürtçü hareketlerin teorik temelini oluşturdu.

Şu fikirler yaygınlaştı:

“Türkiye, Kürdistan’ı sömürmektedir. O halde devrimcilerin görevi, ezen ulusa karşı ezilen ulusun yanında yer almaktır. Ezilen ulusun milliyetçiliği meşrudur.”

’71 yenilgisinin ardından birleşik devrimci mücadele fikri zayıfladı ve yerini, Marx’tan ödünç alınan bir formülle (“İngiltere’nin devrimi İrlanda’dan geçer”) Türkiye’nin devriminin Kürdistan’ın devriminden geçtiğini savunan sol tezlere bıraktı.

Bu zemin, zamanla PKK’nın güçlenmesine olanak sağladı.

Sınıf temelli “sömüren-sömürülen” denklemi, “kardeşlik” temelinde yeniden yorumlandı.

Bu yeni anlayışa göre, “sömüren kardeşin (Türk), sömürülen kardeşin (Kürt) haklarını savunması” devrimciliğin ve demokratlığın ölçütü haline geldi.

Türkiye’deki sol hareketlerin önemli bir kısmı, bu eksende Kürt hareketinin bağımsızlık çizgisini savunmaya başladı.

1980’LER SONRASI: RADİKAL DEMOKRASİ, PKK KUYRUKÇULUĞU VE YENİ STRATEJİLER

“Kürt şehirleri” gibi kavramlar devrimci jargona girdi.

Oysa ne Deniz Gezmiş’in ne de Mahir Çayan’ın tezlerinde etnik temele indirgenmiş bir iç sömürgecilik tezi bulunmuyordu; asıl mücadele emperyalizme karşıydı.

1980’lerden sonra PKK’nın ortaya çıkmasıyla, solun “PKK kuyrukçuluğu” olarak adlandırılan dönemi başladı.

Bu dönemin teorik arka planını ise radikal demokrasi oluşturdu.

Bu anlayışa göre Türk solu artık iktidarı hedeflememeli, ÖDP örneğindeki gibi farklı kimliklerin (gökkuşağı modeli) eşitler olarak yan yana durduğu, kimsenin egemen olmadığı bir yapı kurulmalıydı. Pratikte bu durum, Kürt siyasi hareketinin merkezde olduğu ve Kürtçülüğü savunmanın sosyalizm olarak pazarlandığı bir çizgiye dönüştü.

Denizler Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi savunurken, bu yeni radikal demokrasi anlayışı, dünyadaki gerici iktidarlara karşı ABD ile iş birliği yapmayı meşrulaştırdı.

Böylece Kürt hareketinin ABD ve İngiltere ile olan iş birliği, onlara eklemlenen sol tarafından da görmezden gelindi.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1970’te “Yol Yazıları”nda Türkiye soluna iki tehlikenin sokulmak istendiğini söylüyordu:

Birincisi silahlı çetecilik (gerillacılık), ikincisi ise Kürtçülük.

1980’den günümüze uzanan süreç, Kıvılcımlı’nın bu öngörüsünü doğrularcasına sosyalist hareketi yozlaştıran ve emperyalizmin yedeğine düşüren bir çizginin hakimiyetine sahne oldu.

GÜNÜMÜZ: ŞEHİR DEVLETLERİ, BURJUVAZİNİN ENTEGRASYONU VE “KENT UZLAŞISI”

Günümüzde “ayrılma” tezi büyük ölçüde terk edilmiştir.

Beş parçalı Kürdistan veya konfederalizm gibi tezlerin yerini yeni bir strateji almıştır.

Artık Kürt hareketinin merkezi; İstanbul, İzmir, Muğla ve Antalya gibi Türkiye’nin en büyük ve ekonomik olarak en dinamik kıyı şehirleridir.

Yaklaşık 2005’ten beri Türk Solu’nda yazdığım bu teze göre amaç, büyükşehirlerde Kürt kimliğini resmi bir “kantonal kimlik” olarak tanıtmaktır.

Eşit vatandaşlık” kavramı, bu kimliğin tanınması talebini içermektedir.

Bu stratejinin pratik bir yansıması, yerel seçimlerdeki “kent uzlaşısı” arayışları olmuştur.

Bu durumun ekonomik bir temeli de vardır.

Karadeniz veya Kayseri burjuvazisi gibi, Diyarbakır ve Van merkezli Kürt burjuvazisi de ulusal iktidar bloğunda yer almak istemektedir.

Özellikle Akdeniz’deki turizm ve büyükşehirlerdeki müteahhitlik işleriyle büyüyen Kürt burjuvazisi, elindeki sermayeyi endüstriyel bir sıçrama için kullanma çabasındadır.

Bu durum, AKP döneminde Anadolu Kaplanları’nın sanayi burjuvazisine dönüşme çabasına benzemektedir.

Çağımız, ulus devletlerin yerine şehir devletlerinin geçtiği bir dönemdir.

Nasıl ki Rusya’da Tatar veya Kazak burjuvazisi ayrılmak yerine Moskova’daki ticari hayatı kontrol etmeye çalışıyorsa, Türkiye’de de benzer bir eğilim görülmektedir.

Güneydoğu’ya neden yatırım yapılmadığı sorusunun cevabı da buradadır:

Limanlara ve büyük pazarlara uzaklık, kârlılığı düşürmektedir.

Bu nedenle yatırımlar İstanbul, İzmir gibi liman ve turizm kentlerinde yoğunlaşmaktadır.

SONUÇ: SİYASETTEKİ YENİ DENGELER VE GELECEK PROJEKSİYONLARI

Günümüzdeki “demokratikleşme” ve “kardeşlik” söylemleri, aslında büyükşehirlerdeki Kürt burjuvazisinin finans-kapital içinde ve iktidar bloğunda yer alma talebini ifade etmektedir.

Geçmişte “İstanbul Dukalığı” olarak adlandırılan Koç gibi grupların egemen olduğu iktidar yapısına artık inşaat, turizm ve sanayi sektörlerindeki Kürt burjuvazisi de dahil olmak istemektedir.

Bu entegrasyon çabası, siyasi ittifakları da şekillendirmektedir.

DEM Parti’nin CHP ile başlattığı ittifak denemesi, CHP’li belediyelere yönelik operasyonlarla sekteye uğramıştır.

Bu durum, AKP-MHP blokuyla bir uzlaşı arayışına girilebileceğine işaret etmekteydi.

Şimdi bu yaşanmaktadır.

Yaklaşık üç yıl önce ortaya koyduğum bu analiz, bugün de geçerliliğini korumaktadır.

Gelecekteki iktidar blokunu şekillendirecek bu politikaya göre, iktidar adayı olan herkesin Kürtçülüğe yakın durması beklenmektedir.

Örneğin, İmamoğlu veya Özgür Özel’in “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü kullanmaktan kaçınması, bu ittifak arayışının bir yansıması olarak okunabilir.

Diğer yanda ise MHP’nin, Abdullah Öcalan’ı “kurucu lider” olarak tanımlayarak, “iktidarı bizle kurarsanız Kürt burjuvazisinin kantonal ve anayasal hakları tanınabilir” şeklinde bir açılım yapması da aynı stratejinin bir parçasıdır.

Sonuç olarak, “eşit yurttaşlık” kavramı, günümüzde Kürt burjuvazisinin hem ekonomik hem de siyasi iktidar bloğunda eşit bir aktör olarak yer alma talebinin bir ifadesi haline gelmiştir.

1980’lerin ayrılma tezi, yerini iktidar bloğuna entegre olma çabasına bırakmıştır.

* Prof. Dr. Şener Üşümezsoy'un yazısını Türk Solu'nun internet sitesinde okuyabilirsiniz.

https://www.turksolu.com.tr/sol-antiemperyalizm-kurtculuk-ve-kardeslik/


CADILAR BAYRAMI?

.   BİR GÜN CUMHURİYET, BİR HAFTA CADILAR .   Bir günlüğüne Cumhuriyet. .   Yalnızca bir gün. Bayraklarımızı çıkarıyoruz, şiirlerimizi okuyo...