31 Ekim 2025 Cuma
16 Ekim 2025 Perşembe
Milliyetçiler Araştırması
Milliyetçiler Araştırması:
Hangi partide ne kadarlar,
laikliğe ve Öcalan'a nasıl bakıyorlar, kırmızı çizgileri neler?
Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün araştırmasına göre toplumun yüzde
73,4’ü kendini milliyetçi olarak tanımlıyor.
Katılımcıların
yüzde 71’i laikliği savunurken, “Öcalan serbest bırakılmalı mı?” sorusuna DEM
Parti hariç tüm partilerde "hayır" yanıtı yüzde 91,5 ila yüzde 98,3
arasında.
Toplum Çalışmaları Enstitüsü
tarafından yapılan “Türkiye’nin Milliyetçilik Haritası”
araştırması, halkın milliyetçilik algısını veri bazlı ortaya koydu.
Siyasi olarak kendilerini
tanımlamaları istenen katılımcıların yüzde 34,2’si Atatürkçü, yüzde 25,4’ü Türk
milliyetçisi olduklarını belirtmekte.
En çok tercih edilen beş
politik görüşün üçünü milliyetçiliğin farklı formları oluşturuyor.
Yüzde 5,4 oranındaki ülkücüler
de ilave edilirse Türkiye’de her üç kişiden ikisinin siyasi görüşünün
milliyetçilik temelli olduğu anlaşılıyor.
Diğer siyasi görüşlerdeki
milliyetçiler eklendiğinde bu oran yukarıdaki yüzde 73,4’e, yani her dört
kişiden neredeyse üçünü kapsayan bir hacme ulaşıyor.
EN
"MİLLİYETÇİ" MHP
Buna göre, toplumun yüzde
73,4’ü kendisini “çok milliyetçi” veya “milliyetçi” olarak tanımlarken, bu
oran, siyasi partiler arasında farklılık gösteriyor.
MHP seçmenlerinin yüzde
95,3’ü, İYİ Partililerin yüzde 85,9’u, Zafer Partisi seçmenlerinin ise
neredeyse tamamı (yüzde 98,2) kendisini milliyetçi olarak tanımlıyor. AKP seçmenlerinde
bu oran yüzde 76,2, CHP seçmenlerinde ise yüzde 73
olarak ölçüldü.
ERKEKLER DAHA
"MİLLİYETÇİ"
Eğitim
seviyesi ve yaş ilerledikçe milliyetçi olduğunu belirtenlerin oranında belirgin
bir artış yaşandığı da dikkati çekti.
Kadınların yüzde 70,1’i kendisini “çok milliyetçi” veya
“milliyetçi” olarak görüyor. Erkeklerde ise bu oran yüzde 76,8’e yükseliyor.
KIRMIZI
ÇİZGİLER
"Kökeni
ne olursa olsun, kendini Türk hisseden ve Türkiye’ye bağlı olan herkes Türk
kabul edilmelidir" ifadesine toplumun yüzde 72,6’sı katılıyor
"Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk’tür"
görüşü yüzde 71,7 oranında destek buldu.
Kürtlerin de Türk olduğu yönündeki ifadeye katılım oranı yüzde
69,3 olurken, Boşnak/Çerkes/Arnavutların Türk olduğu görüşüne destek yüzde 68,6
olarak kaydedildi.
Daha
dar tanımlara gelindiğinde, “Türk milleti aynı soydan gelen insanların
oluşturduğu bir topluluktur” diyenlerin oranı yüzde 64,3; “Türk olmak
kan bağıyla geçer, sonradan Türk olunmaz” ifadesine katılanların oranı ise
yüzde 58,3 oldu.
En düşük destek ise azınlıkları kapsayan ifadede görüldü: “Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olan Rum/Ermeni/Yahudiler de Türk’tür” görüşüne
katılanların oranı sadece yüzde 34,1’de kaldı
“Anayasada Türklük kavramı olmalıdır” diyenlerin oranı yüzde 80,
karşı çıkanların oranı ise yüzde 20.
Partilere
göre dağılım ise şöyle:
MHP
yüzde 89,5, İYİ Parti yüzde 91,6 , Zafer Partisi yüzde 100, AKP yüzde 82,6, CHP
yüzde 81,0, Yeniden Refah yüzde 70,6, DEM Parti yüzde 38,8, oy kullanmayanlar
yüzde 83.
“Anayasadaki vatandaşlık tanımı farklı etnik grupları da
kapsayacak şekilde değiştirilmelidir” ifadesine yüzde 42,8 destek verilirken,
yüzde 57,2 karşı çıktı.
Daha keskin bir ifadede, “Anayasadan Türklük kavramı
çıkarılmalıdır” görüşüne katılanların oranı yalnızca yüzde 15,3, karşı
çıkanların oranı ise yüzde 84,7 oldu
TOPLUMUN
YÜZDE 71'İ "LAİKLİK" YANLISI
“Türkiye için laik bir yönetim anlayışını gerekli görüyor
musunuz?” sorusuna katılımcıların yüzde 71,6’sı “evet”, yüzde 28,4'ü
"hayır" yanıtını verdi.
Yeniden
Refah Partisi hariç tüm partilerde “evet” cevabı belirgin olarak yüksek.
Kadınlarda
bu soruya verilen “evet” oranı erkeklerden dört puan önde.
Parti seçmenleri arasında laikliğe en yüksek destek oranı CHP’de
yüzde 86,7, Zafer Partisi’nde yüzde 84,9, İYİ Parti’de yüzde 79,7 olurken, AKP
seçmeninin yüzde 61,1’i, MHP seçmeninin yüzde 69,8’i ve DEM Parti seçmeninin
yüzde 63’ü laikliği gerekli gördü; Yeniden Refah Partisi seçmeninde bu oran
yüzde 39,9’da kaldı. Siyasi kimliklere göre dağılımda ise sosyalistlerin yüzde
88,8’i, sosyal demokratların yüzde 84,8’i, Atatürkçülerin yüzde 87,2’si ve Türk
milliyetçilerinin yüzde 72,2’si laikliği savunurken, muhafazakârların sadece
yüzde 34,1’i ve İslamcıların yüzde 44,1’i aynı görüşü paylaştı.
DEMOKRASİYE
BAKIŞ
“Ülkeyi yönetenlerin belirli aralıklarla halk tarafından seçildiği
ve egemenliğin halka dayandığı bir yönetim şekli olan demokrasiyi, ülkemiz
açısından olmazsa olmaz olarak görüyor musunuz?” sorusuna katılımcıların yüzde
84,3’ü “Evet” cevabını verdi.
AKP seçmenlerinde
bu oran yüzde 83,4, CHP seçmenlerinde yüzde 86,4. Türk milliyetçilerinde söz
konusu oran yüzde 87,8, Atatürkçülerde yüzde 88,3, Muhafazakârlarda yüzde 77,9,
İslamcılarda yüzde 71,4’tür.
Aynı
soruda “Evet” oranı olası cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’ı tercih
edenlerde yüzde 83,6, Mansur Yavaş’ı tercih edenlerde yüzde 87,2, Ekrem
İmamoğlu’nu tercih edenlerde yüzde 84,8, Özgür Özel’i tercih edenlerde ise
yüzde 86,2.
TERÖR
ÖRGÜTÜ PKK ELEBAŞI ABDULLAH ÖCALAN'A BAKIŞ
“Meclis kürsüsünde DEM Parti’yi temsilen kimin konuşmasını tercih
edersiniz?” sorusuna katılımcıların yüzde 55,4’ü eski HDP Eş Başkanı Selahattin
Demirtaş’ın, yüzde 4’ü ise terör örgütü PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın
konuşmasını istediğini belirtti.
MHP
seçmenlerinde Öcalan’ın DEM Parti’yi temsilen konuşmasını tercih edenlerin
oranı yüzde 2,3’le sınırlı kaldı. DEM Partililerin yüzde 88,8’i kendi
partilerini temsilen Demirtaş’ın konuşmasını tercih ederken yüzde 8,2’si
Öcalan’ı tercih etti.
CHP
seçmeninde yüzde 70,8, İYİ Parti’de yüzde 72,1, AKP'de yüzde 39,5 ve MHP’de
yüzde 38,8 olarak Demirtaş ölçüldü.
Abdullah
Öcalan’ın adı DEM Parti seçmeninde yüzde 8,2 oranında tercih edilirken, diğer
partilerde yüzde 2-5 arasında kaldı: AKP yüzde 4,9, CHP yüzde 2,3, İYİ Parti
yüzde 2,0.
“Hiçbiri” diyenlerin oranı AKP yüzde 25, MHP’de yüzde 33,9,
Yeniden Refah’ta yüzde 30,7, Zafer Partisi’nde yüzde 39,1 ve İYİ Parti’de yüzde
16,2 oldu.
Genel
tabloda Demirtaş isminin belirgin şekilde öne çıktığı görülürken, Öcalan
seçeneği toplumun geniş kesiminde çok düşük destek buldu.
ÖCALAN
SERBEST BIRAKILMALI MI
“Öcalan serbest bırakılmalı mı?” sorusuna katılımcıların yüzde
87,8’i “Hayır” yanıtını vermekte.
Bu
yanıtı verenlerin oranı DEM Parti hariç tüm partilerde yüzde 91,5 ila yüzde
98,3 arasında. Atatürkçülerin yüzde 95,1’i Öcalan’ın serbest bırakılmasına
karşı çıkarken sosyal demokratlarda karşı çıkma oranı yüzde 63.
14 Mayıs 2023 seçiminde oy verenler arasında en yüksek destek
oranı yüzde 74,1 ile DEM Parti (Yeşil Sol) seçmeninde görüldü.
Bunun
dışında tüm partilerde bu görüşe katılım düşük seviyede kaldı; AKP seçmeninde
yüzde 8,5, CHP’de yüzde 6,5, MHP’de yüzde 2,7, İYİ Parti’de yüzde 2,0, Yeniden
Refah’ta yüzde 4,6 ve Zafer Partisi’nde yüzde 1,7 olarak ölçüldü.
Diğer
partilere oy verenlerde destek oranı yüzde 14,4, oy kullanmayanlarda ise yüzde
11,5 oldu.
Genel
olarak seçmenlerin ezici çoğunluğu bu görüşe katılmadığını belirtirken, örneğin
MHP’de yüzde 97,3, CHP’de yüzde 93,5, AKP'de yüzde 91,5 ve İYİ Parti’de yüzde
98 oranında “hayır” yanıtı verildi.
"PKK'LILARA
AF" MESELESİ
“Silah bıraktıkları takdirde PKK’lılara af çıkarılmalı” diyenlerin
oranı yüzde 18’le sınırlı kaldı.
Toplumun
yüzde 82’si bu durumda bile affa karşı görüş beyan etmekte.
Türk milliyetçilerinin yüzde 93,1’i, Atatürkçülerin yüzde 90,8’i PKK’lılara
olası affa karşı çıkmakta.
Olası
bir Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’ı, Mansur
Yavaş’ı, Ekrem İmamoğlu’nu ve Özgür Özel’i destekleyeceklerini belirten
seçmenlerin yüzde 80’inden fazlası silah bırakma halinde PKK’lılara affa karşı
olduklarını ifade ettiler.
EN
YAKIN KUDÜS
Araştırmaya
göre,
seçmenlerin duygusal yakınlık hissettikleri bölgeler arasında Kudüs ilk sırada yer aldı. Katılımcıların yüzde 57,7’si Kudüs’e “yakın” veya “çok yakın” hissettiğini belirtirken,
Kerkük
yüzde 43,1, Balkanlar yüzde 39,5 ve Orta Asya yüzde 36,3 oranlarıyla öne çıktı.
Avrupa’ya yakınlık hissedenlerin oranı yüzde 30,5’te kalırken, Japonya için bu oran yüzde 28,9, Rusya
için yüzde 20,2, Çin için yüzde 17,5 ve Amerika Birleşik Devletleri için sadece yüzde 14,9 oldu.
Araştırmada uzaklık hissi ise özellikle Batılı ülkelere karşı belirginleşti.
Katılımcıların yüzde 75,7’si ABD’ye, yüzde 66,5’i Çin’e, yüzde 59’u Rusya’ya,
yüzde 52,2’si Japonya’ya ve yüzde 48,8’i Avrupa’ya kendini “uzak” veya “çok
uzak” hissettiğini ifade etti.
ARAŞTIRMANIN
METODOLOJİSİ
Toplum Çalışmaları Enstitüsü tarafından yapılan araştırma, 18
yaş ve üzeri seçmenler baz alınarak Türkiye’deki siyasi eğilimleri ölçmek amacıyla gerçekleştirildi.
Saha çalışması 25-29 Eylül 2025 tarihleri arasında NUTS 2 bölgelerinde, bilgisayar destekli telefon anketi (CATI) yöntemiyle
yapıldı.
Araştırmanın örneklem büyüklüğü 2017 kişi olarak belirlenirken, yüzde 95 güven düzeyinde hata
payı ±2,18 olarak hesaplandı. Araştırmaya katılan yüzde
50,3'ü kadın, yüzde 49,7'si ise erkek.
Odatv.com
https://www.odatv.com/siyaset/milliyetciler-arastirmasi-hangi-partide-ne-kadarlar-laiklige-ve-abdullah-ocalana-nasil-bakiyorlar-kirmizi-cizgileri-neler-120119393
12 Ağustos 2025 Salı
SOL ANTİEMPERYALİZM KÜRTÇÜLÜK
. SOL, ANTİEMPERYALİZM, KÜRTÇÜLÜK VE “KARDEŞLİK”
1960 sonrası gelişen sol ve devrimci hareket içinde belirgin kanatlar ortaya çıktı. Bir yanda Harun Karadeniz’in temsil ettiği ve öğrencilerin de dahil olduğu işçi sınıfı odaklı bir hareket vardı. Karadeniz, Teknik Üniversite Öğrenci Birliği kimliğiyle grev ve sendikalaşma faaliyetlerine danışmanlık yaparak bu hareketlere yön vermeye çalıştı.
Ancak bu çizgi, o dönem Dev-Genç çevresi
tarafından “devrimci olmamakla” eleştirildi.
Dev-Genç ise
Doğan Avcıoğlu’nun Yön Hareketi veya Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim
(MDD) tezi doğrultusunda, anti-emperyalist ve millici bir politika izliyordu.
Bu stratejinin
önemli bir parçası da “asker-sivil zinde güçler” olarak tanımlanan unsurlardı.
Sonradan 9 Mart
Cuntası olarak anılacak bu girişim, “Türkiye halkları” sloganına karşı çıkarak
“Türkiye halkı” kavramını vurguluyordu.
“Halklar”
ifadesi, bu çizgi tarafından Kürtçülüğe giden bir yol olarak görülüyordu.
Bu süreçte Dr.
Hikmet Kıvılcımlı ise özgün bir çizgi savunuyordu.
Kıvılcımlı, bir
yandan Harun Karadeniz’e paralel olarak işçi sınıfının örgütlenmesini
savunurken, diğer yandan Türkiye’ye özgü bir durum olarak devlet geleneğinden
gelen “ilmiye” ve “seyfiye” (kılıçlılar) gibi sınıfların da işçi hareketiyle
ittifak kurması gerektiğini öne sürüyordu.
Harun Karadeniz
ve çevresi TİP içinde sosyalist devrimi savunurken, Dr. Kıvılcımlı MDD gibi
milli tezlerin burjuva nitelikte olduğunu belirterek demokratik devrim vurgusu
yapıyordu.
Buna karşılık
Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli, işçi sınıfı örgütlenmesine dahi karşı çıkarak
belirleyici gücün asker-sivil aydın zümrede
olduğunu savunuyordu.
1971
KIRILMASI: SİLAHLI MÜCADELE VE HALK SAVAŞI STRATEJİSİ
1970’lere
gelindiğinde bu millici çizgi kırılmaya başladı.
Öğrenci
hareketleri, giderek “halk savaşı”
stratejisine yöneldi.
Bu yönelimde
Vietnam Halk Savaşı, Filistin Kurtuluş Örgütleri ve kısmen Che Guevara idol
olarak alındı.
Özellikle
Vietnam modeli o kadar etkiliydi ki, Che Guevara’nın “Bir, iki, üç daha fazla
Vietnam!” sloganı sıkça kullanılıyordu.
Ancak
Vietnam’daki anti-emperyalist mücadelenin Türkiye’deki yansıması farklı oldu.
9 Mart’taki
ilerici ve anti-Amerikancı askeri girişimin önünü kesmek amacıyla 12 Mart 1971
Muhtırası geldi ve tam Amerikancı bir çizgi iktidara taşındı.
Başlangıçta “Ordu-gençlik el ele, milli cephede!” sloganını
benimseyen hareket, halk savaşı tezine yönelince ordu içindeki ilerici kanatla
da karşı karşıya geldi.
1971’deki bu
süreç; Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi
(THKP-C) gibi örgütlerin, Türkiye’nin bütünlüğünü savunan birleşik bir bağımsızlık mücadelesi stratejisinin
sonlanmasıyla sonuçlandı.
’71
YENİLGİSİ SONRASI: “İÇ SÖMÜRGE” TEZİ VE KÜRT HAREKETİNİN YÜKSELİŞİ
1974’teki genel
aftan sonra yeni bir dönem başladı.
Eski THKP-C
çizgisinin devamı niteliğindeki hareketler, “birleşik bağımsızlık mücadelesi”
ve “devrimci demokratik hareket” gibi tezleri güncelledi.
Ancak bu
dönemde, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisini farklı yorumlayan yeni bir akım
ortaya çıktı.
Bu akım,
Türkiye’nin emperyalizm tarafından sömürülen bir ülke olmaktan ziyade,
kendisinin ülkenin doğusunu sömürdüğünü iddia ediyordu.
Batıdaki
gelişmişliğin doğudaki geri kalmışlıktan kaynaklandığı şeklindeki bu soyut ve bilimsel dayanaktan yoksun “iç
sömürgecilik” tezi, giderek popülerlik kazandı.
Dev-Genç, bu
sömürgecilik tezine karşı en çok mücadele eden yapılardan biri oldu.
Ancak bu tez,
daha sonra Kürtçü hareketlerin teorik temelini oluşturdu.
Şu fikirler
yaygınlaştı:
“Türkiye,
Kürdistan’ı sömürmektedir. O halde devrimcilerin görevi, ezen ulusa karşı
ezilen ulusun yanında yer almaktır. Ezilen ulusun milliyetçiliği meşrudur.”
’71
yenilgisinin ardından birleşik devrimci mücadele fikri zayıfladı ve yerini,
Marx’tan ödünç alınan bir formülle (“İngiltere’nin devrimi İrlanda’dan geçer”)
Türkiye’nin devriminin Kürdistan’ın devriminden geçtiğini savunan sol tezlere
bıraktı.
Bu zemin,
zamanla PKK’nın güçlenmesine olanak sağladı.
Sınıf temelli
“sömüren-sömürülen” denklemi, “kardeşlik” temelinde yeniden yorumlandı.
Bu yeni
anlayışa göre, “sömüren kardeşin (Türk), sömürülen
kardeşin (Kürt) haklarını savunması” devrimciliğin ve demokratlığın
ölçütü haline geldi.
Türkiye’deki
sol hareketlerin önemli bir kısmı, bu eksende Kürt hareketinin bağımsızlık
çizgisini savunmaya başladı.
1980’LER
SONRASI: RADİKAL DEMOKRASİ, PKK KUYRUKÇULUĞU VE YENİ STRATEJİLER
“Kürt
şehirleri” gibi kavramlar devrimci jargona girdi.
Oysa ne Deniz
Gezmiş’in ne de Mahir Çayan’ın tezlerinde etnik
temele indirgenmiş bir iç sömürgecilik tezi bulunmuyordu; asıl mücadele emperyalizme karşıydı.
1980’lerden
sonra PKK’nın ortaya çıkmasıyla, solun “PKK
kuyrukçuluğu” olarak adlandırılan dönemi başladı.
Bu dönemin
teorik arka planını ise radikal demokrasi oluşturdu.
Bu anlayışa
göre Türk solu artık iktidarı hedeflememeli, ÖDP örneğindeki gibi farklı
kimliklerin (gökkuşağı modeli) eşitler olarak yan yana durduğu, kimsenin egemen
olmadığı bir yapı kurulmalıydı. Pratikte bu durum, Kürt siyasi hareketinin
merkezde olduğu ve Kürtçülüğü savunmanın sosyalizm olarak
pazarlandığı bir çizgiye dönüştü.
Denizler Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi savunurken, bu yeni radikal
demokrasi anlayışı, dünyadaki gerici iktidarlara
karşı ABD ile iş birliği yapmayı meşrulaştırdı.
Böylece Kürt hareketinin ABD ve İngiltere ile olan iş birliği,
onlara eklemlenen sol tarafından da görmezden gelindi.
Dr. Hikmet
Kıvılcımlı, 1970’te “Yol Yazıları”nda Türkiye soluna iki tehlikenin sokulmak
istendiğini söylüyordu:
Birincisi silahlı çetecilik (gerillacılık), ikincisi ise Kürtçülük.
1980’den
günümüze uzanan süreç, Kıvılcımlı’nın bu öngörüsünü doğrularcasına sosyalist hareketi yozlaştıran ve emperyalizmin
yedeğine düşüren bir çizginin hakimiyetine sahne oldu.
GÜNÜMÜZ:
ŞEHİR DEVLETLERİ, BURJUVAZİNİN ENTEGRASYONU VE “KENT UZLAŞISI”
Günümüzde
“ayrılma” tezi büyük ölçüde terk edilmiştir.
Beş parçalı
Kürdistan veya konfederalizm gibi tezlerin yerini yeni bir strateji almıştır.
Artık Kürt hareketinin merkezi; İstanbul, İzmir, Muğla
ve Antalya gibi Türkiye’nin en büyük ve ekonomik olarak en dinamik kıyı
şehirleridir.
Yaklaşık
2005’ten beri Türk Solu’nda yazdığım bu teze göre amaç, büyükşehirlerde Kürt
kimliğini resmi bir “kantonal kimlik” olarak tanıtmaktır.
“Eşit vatandaşlık” kavramı, bu kimliğin tanınması
talebini içermektedir.
Bu stratejinin
pratik bir yansıması, yerel seçimlerdeki “kent
uzlaşısı” arayışları olmuştur.
Bu durumun
ekonomik bir temeli de vardır.
Karadeniz veya
Kayseri burjuvazisi gibi, Diyarbakır ve Van merkezli Kürt burjuvazisi de ulusal
iktidar bloğunda yer almak istemektedir.
Özellikle
Akdeniz’deki turizm ve büyükşehirlerdeki müteahhitlik
işleriyle büyüyen Kürt burjuvazisi, elindeki sermayeyi endüstriyel bir
sıçrama için kullanma çabasındadır.
Bu durum, AKP
döneminde Anadolu Kaplanları’nın sanayi burjuvazisine dönüşme çabasına
benzemektedir.
Çağımız, ulus
devletlerin yerine şehir devletlerinin geçtiği bir dönemdir.
Nasıl ki
Rusya’da Tatar veya Kazak burjuvazisi ayrılmak yerine Moskova’daki ticari
hayatı kontrol etmeye çalışıyorsa, Türkiye’de de benzer bir eğilim
görülmektedir.
Güneydoğu’ya
neden yatırım yapılmadığı sorusunun cevabı da buradadır:
Limanlara
ve büyük pazarlara uzaklık, kârlılığı düşürmektedir.
Bu nedenle
yatırımlar İstanbul, İzmir gibi liman ve turizm kentlerinde yoğunlaşmaktadır.
SONUÇ:
SİYASETTEKİ YENİ DENGELER VE GELECEK PROJEKSİYONLARI
Günümüzdeki
“demokratikleşme” ve “kardeşlik” söylemleri, aslında büyükşehirlerdeki Kürt
burjuvazisinin finans-kapital içinde ve iktidar bloğunda yer alma talebini ifade
etmektedir.
Geçmişte
“İstanbul Dukalığı” olarak adlandırılan Koç gibi grupların egemen olduğu
iktidar yapısına artık inşaat, turizm ve sanayi sektörlerindeki Kürt burjuvazisi de dahil olmak istemektedir.
Bu entegrasyon
çabası, siyasi ittifakları da şekillendirmektedir.
DEM Parti’nin CHP ile başlattığı ittifak denemesi, CHP’li
belediyelere yönelik operasyonlarla sekteye uğramıştır.
Bu durum,
AKP-MHP blokuyla bir uzlaşı arayışına girilebileceğine işaret etmekteydi.
Şimdi bu
yaşanmaktadır.
Yaklaşık üç yıl
önce ortaya koyduğum bu analiz, bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Gelecekteki
iktidar blokunu şekillendirecek bu politikaya göre, iktidar
adayı olan herkesin Kürtçülüğe yakın durması beklenmektedir.
Örneğin,
İmamoğlu veya Özgür Özel’in “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü kullanmaktan
kaçınması, bu ittifak arayışının bir yansıması olarak okunabilir.
Diğer yanda ise
MHP’nin, Abdullah Öcalan’ı “kurucu lider”
olarak tanımlayarak, “iktidarı bizle kurarsanız Kürt burjuvazisinin kantonal ve
anayasal hakları tanınabilir” şeklinde bir açılım yapması da aynı stratejinin
bir parçasıdır.
Sonuç olarak,
“eşit yurttaşlık” kavramı, günümüzde Kürt
burjuvazisinin hem ekonomik hem de siyasi iktidar bloğunda eşit bir
aktör olarak yer alma talebinin bir ifadesi haline gelmiştir.
1980’lerin
ayrılma tezi, yerini iktidar bloğuna entegre olma çabasına
bırakmıştır.
* Prof. Dr.
Şener Üşümezsoy'un yazısını Türk Solu'nun internet sitesinde okuyabilirsiniz.
https://www.turksolu.com.tr/sol-antiemperyalizm-kurtculuk-ve-kardeslik/
4 Temmuz 2025 Cuma
ÜLKEDEN KAÇMAK
. ÜLKEDEN KAÇMAK, DIŞ ÜLKELERE GİTMEK
. Türkiye'nin en önemli fakat dile getirilmeyen sorunlarından
biri de ülkeden kaçmak, dış ülkelere gitmek isteklilerinin giderek yoğunlaşması...
Sürücülerle, öğrencilerle, sokaktaki insanlarla konuşmaya çalışıyorum,
"Abi bu da yaşam mı, olanak (imkân) bulsam ülke dışına giderim"
diyenlerin sayısı bir hayli fazla.
Gelir
dağılımı bozukluğu, baskılar, işsizlik, yaşam zorlukları, tek kişilik keyfi bir
yönetim, haksızlıklar, vatandaşlar arasında ayırım (etnik ayırımdan söz
etmiyorum, böyle bir ayırım ülkemizde asla yoktur), kamu görevlilerinin polis
devleti anlayışından kurtulamaması, denenmiş, başarısızlıkları kanıtlanmış bazı
politikacıların, üst yöneticilerin halkın çek-git demesine karşın çeşitli
oyunlarla, desiselerle ülkenin başında kalma girişimlerinin doğurduğu usanç,
bezginlik, umutsuzluk...
Tüm bunlar ülkeye bağlılığı azaltıyor, ülke dışına kaçma eğilimlerini
güçlendiriyor.
Bir ülkede yaşayanların, dinleri, inançları, etnik kökenleri ne
olursa olsun, kendi ülkelerine sahip çıkmaları, ülkelerini benimsemeleri,
Türklüğü ulus kimliği olarak içselleştirmeleri, bir ülkenin en büyük gücüdür.
Türkiye'de sergilenen tek kişilik yönetim, keyfilik, ayırımcılık,
halkın ve Türkiye'nin gerçek çıkarlarını savunanların ülke yönetiminden dışlanması,
baskılar, haksızlıklar, en hafifinden biber gazıyla başlayarak tekme, tokat,
cop, tutuklama, hürriyeti bağlayıcı cezalar, bilinçli veya bilinçsiz şekilde
yapılan eziyetler, halkın bu ülkeye bağlılığını azaltmakta, kendi ülkesinden soğutmaktadır.
Laiklik, cumhuriyetçilik, sosyal devlet olma, bir ülkede halkın
ülkesine bağlılığını artıracak, pekiştirecek ilkelerdir. Laiklik, inanç, düşünce
özgürlüğünü ve hoşgörüyü beraberinde getirir.
İnsanlar üzerindeki baskıları hafifletir.
Cumhuriyetçilik, halkın en geniş ve etkin biçimde ülke yönetimine
katılmasını sağlar.
Sosyal devlet olma, eğitim, sağlık, barınma, iş, geleceğinin
güvence altına alınması gibi temel gereksinimleri karşılar.
Türkiye'de gerçekten ülke bütünlüğü, halkın ülkeye bağlılığı
isteniyorsa, cilalı boş nutukları bir yana bırakıp, bunun gereklerini yerine
getirmek gerekir.
Ülkeyi, AKP-MHP ortak yönetiminin sergilediği tutum ve anlayıştan
tamamen farklı bir anlayışla yönetmek gerekir.
Halka saygılı, halkı dışlayan değil, halkın yönetime katılmasını
sağlayan, vatandaşlar arasında ayırım yapmayan, vatandaşa hizmet götürmeyi
amaçlayan, Türkiye'nin çıkarlarını ve saygınlığını koruyan bir yönetim...
Türkiye'nin bu anlayışta bir yönetime gereksinimi vardır.
Bu ülkede yaşayan herkes, inancı, dini, mezhebi, etnik kökeni ne
olursa olsun, "Burası benim ülkem, benim vatanım, ben Türk'üm"
demeli, bu ülkeyi benimsemelidir.
Bu benimseme, sorumluluk ve ülkeye katkıda bulunmayı da
beraberinde getirir. Herkes kendi çapında bu ülkeye katkıda bulunabilir.
Ağaç dikme, çevreyi, doğayı koruma, hatta çevreyi kirletmeme
bile bir katkıdır. Ülke benimsenirse, ülkenin doğasını korumak, ülkeyi kalkındırmak
daha da kolaylaşır.
Türkiye'yi benimsemiş, gerçek vatansever kişiler, bu ülkeyi
ayakta tutuyor.
İçten ve dıştan yıkma çabalarına karşı bu ülke ayakta duruyorsa,
her kurumda sorumluluk duygusu, görev anlayışı yüksek, büyük özveri ile çalışan,
ülkeye bir şeyler katabilmek için çırpınan kişilerin çabaları ile ayakta
duruyor.
Yoksa her gün TV'de görünen, söylev vermeye, konuşmaya düşkün kişilerin
katkıları ile değil...
Önemli olan Türkiye'de dürüst, çalışkan, ülke sevgisi yüksek bu
kişilerin ön plana çıkarılmasını sağlamak ve bu tür davranan kişilerin sayısını
arttırmaktır.
Ülkeyi geliştirmek, kalkındırmak için eksiksiz olarak bir çabaya
gereksinmemiz vardır.
Her kurumda bir avuç insanın çabası ile Türkiye anca bu
noktalara kadar gelebiliyor.
Ülkeyi benimsemiş gözüküp, vatan, millet nutukları atıp, ülkenin
insanını sömüren, doğasını yakıp yıkan, yabancı ülkelerin çıkarlarını üstü açık
veya kapalı bir şekilde savunanlara karşı da uyanık olmak gerekir.
Türkiye'nin bu ülkede yaşayanlar tarafından benimsenmesini
istiyorsak, AKP-MHP ortak yönetiminin ve uzantılarının sergilediği anlayıştan
farklı bir yönetim getirmek zorundayız.
Halka saygılı, halkı dışlamayan, geniş kitlelerin temel
gereksinimlerini karşılamayı ön plana alan, Türkiye'nin bağımsızlığına, saygınlığına
özen gösteren, ayırım yapmayan, Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir
yönetim.
Böyle bir yönetim anlayışı, halkın bu ülkeyi içtenlikle
benimsemesine ve eksiksiz olarak bir kalkınma hareketinin başlatılmasına olanak
hazırlayabilir.
. MERT KURTAR, 05 Temmuz
2025 Cumartesi
. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ - MÜLKİYE
MEZUNU (MÜLKİYELİ)
23 Haziran 2025 Pazartesi
İsrail Ne İstiyor
. İsrail Türkiye’den Ne İstiyor?
. 1948’de kurulan İsrail Devlet sembolü Yedi
Kollu Şamdan ve Davut Yıldızıdır.
Her
iki sembol de Tevrat’ta geçen ayetlerden alınmıştır.
Biri
İsrail’in yolunu aydınlatır, diğeri İsrail’in Kral Davut zamanındaki Büyük
İsrail Krallığını işaret eder.
Yani?
İsrail
Tevrat’a yazılı Vaat Edilmiş Topraklar üzerinde savaşıyor ve bu savaş hiçbir
zaman bitmeyecektir ta ki İsrail Filistinlileri Ürdün’e göçe zorlayıp Akdeniz
kıyılarını ele geçirinceye kadar.
İsrail’in
amacı tüm Ortadoğu’yu ele geçirmek değil, bu bölgedeki ülkelerin yönetimlerine
kendine eş yönetim getirmektir.
Bu
açıdan bakıldığında Türkiye hedeftir. Buna eski Bizans emellerini eklediğinizde
karşımıza Tevrat-İncil ittifakı çıkar.
Yani?
İki
bin yıl önce Kudüs’ü yakıp Kutsal Tapınağı yıkan ve Yahudileri dünyaya sürgüne
gönderen Roma, Kitabı Mukaddes(Evanjelizm) gölgesinde İsrail ile ittifaka
geçmiştir.
Hedefi;
Lübnan,Suriye, Irak ve Türkiye’de kaynakların, buna insan dahil, tüm
kaynakların yönetimini ele geçirmek ve Ortadoğu’da ABD/İngiltere’nin orta
ölçekli küresel güç olmaktır.
X X X
Şimdi
milli mücadele yıllarına bir bakalım..
Lozan’la
Sevr işgali sonuçsuz bırakılınca İngilizler paylarına düşen Irak, Filistin ve
Arabistan’da, Fransızlar ise Suriye ve Lübnan’da yerleştiler.
Bu
resimde Amerika yoktu Rusya da yoktu.
Derken
ikinci büyük harp geldi çattı.
Bu kez
fırsatı kaçırmak istemeyen Ruslar öne çıkarak, stratejik bir hamleyle Kürt
kartını ileri sürdüler. İran’da ‘Mahabad Cumhuriyeti’ adıyla bir devlet
kurdular, başkanlığına Kadı Muhammed’i getirdiler.
Mahabad’ı
da bizim kurtuluş savaşı gibi, milli mücadelemiz ve Cumhuriyetin ilanı gibi
zorlu süreçlerden geçmiş bir ‘Baş Yapıt’ olarak düşünmeyiniz..
İşin
başı Ruslardı, sonu Ruslar, orduyu kuran silahı veren devleti ilan eden de
Ruslar.
Üç
Sovyet subayı eşliğinde aldılar yanlarına Kadı’yı, getirdiler Barzani‘yi
ordunun başına, böylece bir devlet çıktı ortaya hatta Molla general rütbesi
takıp ‘Başkomutan’ bile oldu.
Siyaset
bu tarihi olayları iyi biliyor olmalıydı ki Barzani Diyarbakır buluşmasında bir
yanda oğlu kucaklanırken söz sırası babasına geldiğinde Kadı Muhammed’i bize
hatırlatıyordu, işte sözleri;
‘Merhum
Kadı Muhammet’in dediği gibi Allah’a, dine, İslam dininin önderine inanmış
Müslüman milletinde nasıl ki doğruluk dürüstlük ve sadakat varsa bütün bu
özellikler Molla Mustafa Barzani’de de vardı. İşte o Barzani 81 yıl önce kardeşlerinin
ülkesi Türkiye’ye misafir oldu. Bugün de Molla Mustafa Barzani’nin oğlunu,
değerli dostum Mesud Barzani’yi Diyarbakır’da misafir ediyoruz.’
Molla
Mustafa işte bu Mahabad’ın ilk ve son cumhurbaşkanıydı.
X X X
Peki
süreç nasıl işletildi?
Perde
arkasında Çar Deli Petro’ndan vasiyeti vardı, ‘Akdeniz’e açılmak’. Bunun
yolu Çanakkale- İstanbul boğazlarıyla Umman Denizinden geçiyordu.
Stalin’in
üs talebi kabul görmeyince Ruslara tek seçenek kaldı, İran.
22
Ocak 1946’da, Mahabad’taki aşiret liderleri, KDP yöneticileri, üç Sovyet subayı
ile Barzani’nin hazır bulunduğu, halkın da katıldığı bir toplantı yapıldı. Mahabad Kürt Cumhuriyeti
ilan edildi, Kürt ulusal bayrağı göndere çekildi.
Bugün
Barzani’nin ‘Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ diyerek dalgalandırdığı
hatta Türkiye’yi ziyaretinde Türk Bayrağı ile birlikte göndere çektirdiği
bayrak işte bu bayraktı.
İşin
özeti buydu ama bu proje diğerlerine göre farklıydı…
En
başta bu Mahabad,
siyasetin coğrafyasını işaret ettiği ‘Kuzey Irak’ta değildi.
Ayrıca
bulunduğu yerin binlerce yıllık tarihi, kavimleri, uygarlığı, dinleri ve enerji
kaynakları dikkate alınarak geliştirilmiş küresel bir siyasi proje de değildi. O günkü konjonktürün tetiklediği
stratejik bir Stalin hamlesiydi.
X X X
İlk
büyük harbin sonunda Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı isteyen, üstüne de
Boğazlarda üs talep eden Stalin bu istekleri gerçekleşmeyince işte bu Mahabad
üzerinden Ortadoğu’ya açılmak istedi. Ama Amerika ve İngiltere karşı koyunca
ömrü bir yıl dahi sürmedi, hala adı geçiyor olsa da tarihten silinip gitti.
Yıkıldığı
zaman üzüntüsünden olsa gerek Molla Mustafa bine yakın peşgermegesiyle birlikte
Ruslara sığındı.
Tam 11
yıl orada kaldı, askeri akademiye gitti, gerilla eğitimi aldı. Sonunda dönüp
dolaşıp Irak kuzeyindeki coğrafyasına geri geldi. Irak merkezi hükümetine karşı
başlattığı direnişte bu eğitimin çok da faydasını gördü.
İşte
‘tarihte devlet kurduk adı da Mahabad’ dediklerinin başı ve sonu buydu.
X X X
Şimdi
coğrafyası farklı olsa da bu resim yine de siyasetin Kürdistan’ diyerek çizdiği
resimle örtüşmüyordu çünkü içinde İsrail yoktu. Ama siyaset haklıydı, İsrail’in
içinde olduğu bir Kürdistan vardı.
Peki,
bu neyin nesiydi?
Stalin
Mahabad hamlesinden iki yıl sonra bu kez Amerika harekete geçti. Balfour
Deklarasyonuyla ilan edilmiş olan Yahudi devlet, 1948 yılında, Müslüman
coğrafyanın tam kalbinde kuruldu.
İkinci
büyük harbin Ortadoğu açısından belki de en önemli sonucu bu devletin varlığı
oldu. Kurulmuştu kurulmasına ama bizi bugünlere sürükleyen savaşları tetikledi
hala da sürüyor…
Mesele
şuydu, sadece Amerika değil tüm
Avrupa hatta Hristiyan alemi zengin enerji kaynaklarıyla donatılmış bu
coğrafyada İsrail’i Haçlı’nın ileri bir karakolu olarak görüyor ve ne pahasına
olursa olsun yaşamasını istiyordu çünkü enerji bir yana söz konusu olan kutsal
topraklardı.
Ancak
bu devletin ortaya çıkışıyla tetiklenen savaşlar zamanla bir Müslüman-Yahudi
savaşı riskini beraberinde getirince iş değişti.
İsrail’e
bölgede müttefik devlet arayışları başladı. Suudilerin Rabıta üzerinden yeşil
Amerikan dolarıyla Türkiye’ye üşüştüğü, tarikatlara ve cemaatlere doluştuğu
işte bu sürece denk düşüyordu.
Bu
müttefik arayışları İsrail’i küresel proje olan Sevr ile buluşturdu.
Kurtuluş
savaşıyla sonuçsuz bırakılmış olan Sevr soğutulduğu raftan indirildi ve bugünkü
oyuna sürüldü.
X X X
Olaylar
kendine böylesi bir mecra bulur iken, Türkiye ise hala ‘12 Eylül darbesi neden
yapıldı’ sorusuna bir cevap aramakla meşguldü. Dolayısıyla Dünya Siyonist Dergisi Kivunim’de ‘1980’lerde
İsrail İçin Strateji’ başlığıyla yeni ama özünde eski bir
Ortadoğu Planının ortaya çıktığını göremedi.
Plan
açıktı, İsrail’i kuşatan Müslüman ülkelerin etnik ve mezhep farklılıkları
temelinde ayrıştırılması, çatıştırılması ve parçalanması öngörülüyordu.
Kopan
parçalarda İsrail’e müttefik yönetimlerin iş başına getirilmesiyle hem
İsrail’in güvenliği sağlanmış olacak hem de coğrafyanın enerji kaynakları
Batı’nın yönetimine geçmiş olacaktı.
Düğüm
noktası Kürdistan’dı. Aslında
bu plan Sevr’in günümüz tercümesiydi.
Sevr’in
o dönemdeki hedefi; Anadolu’nun
doğusunda bir Ermeni-Kürt devletinin kurulması, bu yolla Türklerin Asya ile
coğrafik bağının kesilmesi ardından kuşatılarak ele geçirilmesiydi.
Yeni
İsrail planında bu hedef değişmedi ama hedefe giden yollar, kullanılacak siyasi
ayaklar değişti; önce
işbirlikçi yönetimler eliyle sözde demokratik yollarla Anadolu’nun kaynaklarını
ele geçirmek nihayetinde ise Kürdistan’la birbirine komşu dört ülkeyi
parçalamak şeklinde Sevr’den daha kapsamlı siyasi bir projeye dönüştü.
Resmin
buraya kadar görülen şekliyle siyasetin ‘Kuzey Irak Kürdistan lideri
hoşgeldiniz’ sözünde geçen Kürdistan bu olmalıydı, bir İsrail
projesiydi, Barzani de bu projenin siyasi ayağıydı.
Belki
de siyaset bu planı yeni
öğrenmişti, yeni farkına vardığı için de ‘arkasında İsrail var PKK
var’ diyerek bağımsızlık referandumu yapan Barzani’ye bu yüzden
öfkelenmişti, kim bilir?
Ama
gel gör ki İsrail’in ardından Amerika da Ortadoğu’ya fiilen adımını atınca
işler yine değişti…
X X X
Amerika
ve Rusya ilk büyük harpte Ortadoğu’ya inemedi demiştik, meşguldüler, Almanya’ya
karşı savaşıyorlardı. Savaş
bittiğinde Osmanlı’nın toprakları paylaşılmış, bu paylaşımda Amerika ve
Rusya’ya pay düşmemişti. Derken ikinci büyük harp gelip çatmış ama yine de bu
iki ülke coğrafyamıza inememişti.
İlk
hamleyi yapan Stalin Mahabad tutmayınca geri çekilmiş ama hemen ardından ikinci
hamlesini oyuna sürmüştü, sıcak
denizlere açılması gerekiyordu.
Bu
amaçla ‘Kürdistan Demokrat Partileri(KDP) kuruldu. Irak KDP’sinin başına Molla
Mustafa Barzani getirildi, İran ve Suriye de KDP’lerden payına düşeni aldı .
İşte
bugün Rusya bu oyunu bu siyasi ayaklar üzerinden oynuyor hem Barzani’de eli var
hem de Suriye’deki PKK terör örgütünün türevlerinde.
Amerika’ya
gelince…
Stalin
hamlesine karşılık İngiltere desteğinde İsrail devletini kurdu, Haçlı desteğini
de yanına alarak elini coğrafyaya uzattı ama bir sorun vardı.
Dediğim
gibi Arap-İsrail şeklinde giden savaşlar Müslüman-Yahudi şeklinde bir dinler
arası savaş riskini sürükleyince oyun değişti, yeni hamleler ortaya çıktı.
Yaklaşık
üç bin kişinin yaşamını yitirdiği 11 Eylül terör saldırısı bahane edilerek,
tarihte ilk kez, Amerikan silahlı kuvvetleri Ortadoğu’ya indirildi, bugün hala
orada.
Siyasetin
söylemeyi unuttuğu belki de bu olmalıydı çünkü Amerika’nın da artık bir
Kürdistan’ı vardı..
X X X
2006
yılında ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde emekli Albay Ralph Peters kaleme almış
haritasını bile yayımlamıştı, Türkiye’de sokakta oynayan çocukların dahi adını bildiği ‘Büyük
Ortadoğu Projesi’nde yer alan Büyük Kürdistan . Amerikalı Kürdistan’ın siyasi
ayağı yine Barzani’ydi tıpkı İsrail projesinde olduğu gibi.
Düşününüz
babası Molla Mustafa bile uzun yıllar Irak merkezi hükümetine karşı gerilla
savaşı yapmış ancak tarihin hiçbir döneminde böylesi bir siyasi zafer elde
edememişti.
Büyük
resme böyle bakıldığında, 1991
Birinci Körfez Savaşının bu siyasi projede dönüm noktası olduğu görülüyor çünkü
bu süreçte ‘Postal öpücü peşmerge’ denilen Mesud Barzani ‘Özerk Kürdistan
Yönetimi Lideri’ yapıldı.
Siyaset
‘Barzani’nin arkasında İsrail var’ demişti haklıydı ama devamı gelmemiş, herkes
biliyor olsa da ABD’nin işin içinde olduğunu söylenmemişti. Her ne kadar 2019 yerel
seçimleri öncesinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ‘Kandil’i ABD yönetiyor’
diyerek dikkati çekmiş olsa da bu desteklenmediği için laflar uçup
gitmişti.
Bu
süreç hala işliyor…
X X X
Bu
durumda karşımıza Türkiye’ye karşı konumlanmış silahlı ayağı PKK, siyasi ayağı
Barzani olan iki küresel proje çıkıyor; Biri Yahudi Kürdistan diğeri de
Amerikalı Kürdistan.
Bu iki
proje temelini Sevr’den aldığı için iş dönüp dolaşıyor Gazi Paşa’nın deyişiyle
sinsi ve yüzyıllardan beri kurgulanmış, son denemesinde kurtuluş savaşıyla
sonuçsuz bırakılmış Büyük Suikast’a geliyor ve her iki projenin de ilk hedefi
Türk Ordusu, ardından Türkiye Cumhuriyeti oluyor.
Bugün
Ruslar da oyuna girdiği için tehlikenin hiç olmadığından daha yakın ve daha
ağır olabileceğini artık düşünmek gerekiyor.
X X X
Sonuç
olarak..
1948’de
kurulan İsrail Devlet sembolü Yedi Kollu Şamdan ve Davut Yıldızıdır.
Her
iki sembol de Tevrat’ta geçen ayetlerden alınmıştır. Biri İsrail’in yolunu
aydınlatır, diğeri İsrail’in Kral Davut zamanındaki Büyük İsrail Krallığını
işaret eder.
Yani?
İsrail
Tevrat’a yazılı Vaat Edilmiş Topraklar üzerinde savaşıyor ve bu savaş hiçbir
zaman bitmeyecektir ta ki İsrail Filistinlileri Ürdün’e göçe zorlayıp Akdeniz
kıyılarını ele geçirinceye kadar.
İsrail’in
amacı tüm Ortadoğu’yu ele geçirmek değil, bu bölgedeki ülkelerin yönetimlerine
kendine eş yönetim getirmektir.
Bu
açıdan bakıldığında Türkiye hedeftir. Buna eski Bizans emellerini eklediğinizde
karşımıza Tevrat-İncil ittifakı çıkar.
Yani?
İki
bin yıl önce Kudüs’ü yakıp Kutsal Tapınağı yıkan ve Yahudileri dünyaya sürgüne
gönderen Roma, Kitabı Mukaddes(Evanjelizm) ışığında İsrail ile ittifaka
geçmiştir.
Hedefi;
Lübnan,Suriye, Irak ve Türkiye’de kaynakların, buna insan dahil, tüm
kaynakların yönetimini ele geçirmek ve Ortadoğu’da ABD/İngiltere’nin orta
ölçekli küresel güç olmaktır.
Tehdit
ve tehlikeler açıktır.
Türkiye
kaynaklarını satmamalı, Suriyeli sığınmacıları geri göndermenin mutlaka bir
yolunu bulmalıdır.
Türkiye’nin
çıkış yolu Atatürk ve Cumhuriyet, Türk ulus devlet birlik ve bütünlüğünü
teminat altına alan Anayasa’dır.
Erdal
Sarızeybek
Araştırmacı
Yazar
Kitap: Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak
https://sarizeybekhaber.com/israil-turkiyeden-ne-istiyor/
CADILAR BAYRAMI?
. BİR GÜN CUMHURİYET, BİR HAFTA CADILAR . Bir günlüğüne Cumhuriyet. . Yalnızca bir gün. Bayraklarımızı çıkarıyoruz, şiirlerimizi okuyo...
-
. ÜLKEDEN KAÇMAK, DIŞ ÜLKELERE GİTMEK . Türkiye'nin en önemli fakat dile getirilmeyen sorunlarından biri de ülkeden kaçmak, dış ülk...
-
Milliyetçiler Araştırması: Hangi partide ne kadarlar, laikliğe ve Öcalan'a nasıl bakıyorlar, kırmızı çizgileri neler? Toplum Çalışmala...
-
Algı Yönetimi ve Zihin Kontrolünün 10 Temel Tekniği · İnsanoğlunun kitleler üzerinde güç sahibi olma isteği var olduğundan beri i...