31 Ekim 2025 Cuma

CADILAR BAYRAMI?

.   BİR GÜN CUMHURİYET, BİR HAFTA CADILAR
.  Bir günlüğüne Cumhuriyet.
.  Yalnızca bir gün.
Bayraklarımızı çıkarıyoruz, şiirlerimizi okuyoruz, çocuklarımızın alnına kırmızı beyaz bir umut konduruyoruz.
Sonra ertesi gün… sanki hiç olmamış gibi.
Bayraklar toplanıyor, ışıklar sönüyor, Atatürk posterleri rulo yapılıp dolaba kaldırılıyor.
.   Ve o dolapta bir hafta boyunca, plastik bir balkabağının gölgesi büyüyor.
Bir haftadır okullar cadılarla dolu.
Minik çocukların yüzlerinde makyajla çizilmiş dikiş izleri, ellerinde plastik dişler, kara pelerinler…
Sınıflarda örümcek ağı süsleri, kapılarda “Happy Halloween” yazıları.
Ve öğretmenler heyecanla söylüyor: “Bugün kostüm partimiz var!”
Ama kimse sormuyor:
Bu ülkenin çocukları neden kendi bayramında değil de yabancı bir ülkenin korku kültüründe eğleniyor?
Cumhuriyet’in neşesini bir güne sığdıran eğitim sistemi, Cadılar Bayramı’nı bir haftalık festival gibi kutlamaktan utanmıyor mu?
Cumhuriyet bir karakter eğitimidir.
Karanlıktan çıkmış bir halkın, aklı ve vicdanı rehber edinmesidir.
Oysa biz, karanlığa mum takıp, çocuklarımızın eline plastik bir şeytan boynuzu tutuşturuyoruz.
Sonra da “Ne var canım, sadece eğleniyorlar” diyoruz.
.    Eğlenmek mi?
.    Eğlenmek, bir milletin kendi değerini unutarak mı olur?
.    Cadılar Bayramı’nın ne olduğunu bilen kaç kişi var gerçekten?
Bir pagan ritüelinden pazarlama şölenine dönüşmüş bir “ürün günü” artık bu.
Alışveriş merkezlerinin satış rekoru kırdığı, markaların “indirimli korku” sattığı bir batı mirası.
Ama biz, tarihimizdeki gerçek kahramanları, bilimin, emeğin, özgürlüğün bayramını bir günlüğüne hatırlayıp geçiyoruz.
Cumhuriyet’e borcumuz, balkabağı kadar bile ilgi görmüyor.
Oysa çocuklarımızın öğreneceği en büyük şey, kimin kültüründe büyüdüğüdür.
Bizim çocuklarımız neden “trick or treat” diyor da, “Yaşasın Cumhuriyet” demekten sıkılıyor?
Çünkü örnek aldığımız ekranlar, rol modeller, çizgi filmler, kıyafet markaları bize ait değil.
Kültürel sömürge, top atışıyla değil, kostüm partisiyle gelir.
Ve biz şu anda, o partideyiz.
Cumhuriyet’in bir günü değil, her günü olmalıydı.
Ama biz bir haftalık “cadı gösterisi” karşısında sustuk.
Oysa Cumhuriyet, sustuğumuzda eksilir.
Oysa Cumhuriyet, çocuklarımızın elindeki Türk bayrağı kadar gerçektir — plastik dişler kadar değil.
Belki de sorun şu:
Biz hâlâ kendi bayramımızı pazarlamayı bilmiyoruz.
Oysa Cumhuriyet Bayramı da bir festivaldir.
Bilginin, özgürlüğün, emeğin festivalidir.
Ama kimse bunu “eğlenceli” hale getirmeyi düşünmüyor.
Çünkü eğlenmeyi bile ithal ettik.
Bir gün Cumhuriyet.
Bir hafta Cadılar.
Ve sonra?
Korkmamız gereken şey zaten bu değil mi:
Kendi tarihinden korkan bir nesil yetiştirmek…..
.      YAZAR NOTU:
Bu yazı, bir veli, bir öğretmen ve bir yazar olarak bir okulun koridorlarından geçerken yazıldı. Cumhuriyet Bayramı afişleri toplanırken, kapılara örümcek ağları asılıyordu. Bir ülkenin geleceği o anki manzarada saklıydı. Ben sadece gördüm — ve yazdım.
…………..
* Espina Ayas'ın yazısını Türk Solu'nun internet sitesinde okuyabilirsiniz.
https://www.turksolu.com.tr/bir-gun-cumhuriyet-bir-hafta-cadilar/


16 Ekim 2025 Perşembe

Milliyetçiler Araştırması

  Milliyetçiler Araştırması:
Hangi partide ne kadarlar, laikliğe ve Öcalan'a nasıl bakıyorlar, kırmızı çizgileri neler?
Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün araştırmasına göre toplumun yüzde 73,4’ü kendini milliyetçi olarak tanımlıyor.
Katılımcıların yüzde 71’i laikliği savunurken, “Öcalan serbest bırakılmalı mı?” sorusuna DEM Parti hariç tüm partilerde "hayır" yanıtı yüzde 91,5 ila yüzde 98,3 arasında.
Toplum Çalışmaları Enstitüsü tarafından yapılan “Türkiye’nin Milliyetçilik Haritası” araştırması, halkın milliyetçilik algısını veri bazlı ortaya koydu.
Siyasi olarak kendilerini tanımlamaları istenen katılımcıların yüzde 34,2’si Atatürkçü, yüzde 25,4’ü Türk milliyetçisi olduklarını belirtmekte.
En çok tercih edilen beş politik görüşün üçünü milliyetçiliğin farklı formları oluşturuyor.
Yüzde 5,4 oranındaki ülkücüler de ilave edilirse Türkiye’de her üç kişiden ikisinin siyasi görüşünün milliyetçilik temelli olduğu anlaşılıyor.
Diğer siyasi görüşlerdeki milliyetçiler eklendiğinde bu oran yukarıdaki yüzde 73,4’e, yani her dört kişiden neredeyse üçünü kapsayan bir hacme ulaşıyor.
EN "MİLLİYETÇİ" MHP
Buna göre, toplumun yüzde 73,4’ü kendisini “çok milliyetçi” veya “milliyetçi” olarak tanımlarken, bu oran, siyasi partiler arasında farklılık gösteriyor.
MHP seçmenlerinin yüzde 95,3’ü, İYİ Partililerin yüzde 85,9’u, Zafer Partisi seçmenlerinin ise neredeyse tamamı (yüzde 98,2) kendisini milliyetçi olarak tanımlıyor. AKP seçmenlerinde bu oran yüzde 76,2, CHP seçmenlerinde ise yüzde 73 olarak ölçüldü.
ERKEKLER DAHA "MİLLİYETÇİ"
Eğitim seviyesi ve yaş ilerledikçe milliyetçi olduğunu belirtenlerin oranında belirgin bir artış yaşandığı da dikkati çekti.
Kadınların yüzde 70,1’i kendisini “çok milliyetçi” veya “milliyetçi” olarak görüyor. Erkeklerde ise bu oran yüzde 76,8’e yükseliyor.
KIRMIZI ÇİZGİLER
"Kökeni ne olursa olsun, kendini Türk hisseden ve Türkiye’ye bağlı olan herkes Türk kabul edilmelidir" ifadesine toplumun yüzde 72,6’sı katılıyor
"Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk’tür" görüşü yüzde 71,7 oranında destek buldu.
Kürtlerin de Türk olduğu yönündeki ifadeye katılım oranı yüzde 69,3 olurken, Boşnak/Çerkes/Arnavutların Türk olduğu görüşüne destek yüzde 68,6 olarak kaydedildi.
Daha dar tanımlara gelindiğinde, “Türk milleti aynı soydan gelen insanların oluşturduğu bir topluluktur” diyenlerin oranı yüzde 64,3; “Türk olmak kan bağıyla geçer, sonradan Türk olunmaz” ifadesine katılanların oranı ise yüzde 58,3 oldu.
En düşük destek ise azınlıkları kapsayan ifadede görüldü: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Rum/Ermeni/Yahudiler de Türk’tür” görüşüne katılanların oranı sadece yüzde 34,1’de kaldı
“Anayasada Türklük kavramı olmalıdır” diyenlerin oranı yüzde 80, karşı çıkanların oranı ise yüzde 20.
Partilere göre dağılım ise şöyle:
MHP yüzde 89,5, İYİ Parti yüzde 91,6 , Zafer Partisi yüzde 100, AKP yüzde 82,6, CHP yüzde 81,0, Yeniden Refah yüzde 70,6, DEM Parti yüzde 38,8, oy kullanmayanlar yüzde 83.
“Anayasadaki vatandaşlık tanımı farklı etnik grupları da kapsayacak şekilde değiştirilmelidir” ifadesine yüzde 42,8 destek verilirken, yüzde 57,2 karşı çıktı.
Daha keskin bir ifadede, “Anayasadan Türklük kavramı çıkarılmalıdır” görüşüne katılanların oranı yalnızca yüzde 15,3, karşı çıkanların oranı ise yüzde 84,7 oldu
TOPLUMUN YÜZDE 71'İ "LAİKLİK" YANLISI
“Türkiye için laik bir yönetim anlayışını gerekli görüyor musunuz?” sorusuna katılımcıların yüzde 71,6’sı “evet”, yüzde 28,4'ü "hayır" yanıtını verdi.
Yeniden Refah Partisi hariç tüm partilerde “evet” cevabı belirgin olarak yüksek.
Kadınlarda bu soruya verilen “evet” oranı erkeklerden dört puan önde.
Parti seçmenleri arasında laikliğe en yüksek destek oranı CHP’de yüzde 86,7, Zafer Partisi’nde yüzde 84,9, İYİ Parti’de yüzde 79,7 olurken, AKP seçmeninin yüzde 61,1’i, MHP seçmeninin yüzde 69,8’i ve DEM Parti seçmeninin yüzde 63’ü laikliği gerekli gördü; Yeniden Refah Partisi seçmeninde bu oran yüzde 39,9’da kaldı. Siyasi kimliklere göre dağılımda ise sosyalistlerin yüzde 88,8’i, sosyal demokratların yüzde 84,8’i, Atatürkçülerin yüzde 87,2’si ve Türk milliyetçilerinin yüzde 72,2’si laikliği savunurken, muhafazakârların sadece yüzde 34,1’i ve İslamcıların yüzde 44,1’i aynı görüşü paylaştı.
DEMOKRASİYE BAKIŞ
“Ülkeyi yönetenlerin belirli aralıklarla halk tarafından seçildiği ve egemenliğin halka dayandığı bir yönetim şekli olan demokrasiyi, ülkemiz açısından olmazsa olmaz olarak görüyor musunuz?” sorusuna katılımcıların yüzde 84,3’ü “Evet” cevabını verdi.
AKP seçmenlerinde bu oran yüzde 83,4, CHP seçmenlerinde yüzde 86,4. Türk milliyetçilerinde söz konusu oran yüzde 87,8, Atatürkçülerde yüzde 88,3, Muhafazakârlarda yüzde 77,9, İslamcılarda yüzde 71,4’tür.
Aynı soruda “Evet” oranı olası cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’ı tercih edenlerde yüzde 83,6, Mansur Yavaş’ı tercih edenlerde yüzde 87,2, Ekrem İmamoğlu’nu tercih edenlerde yüzde 84,8, Özgür Özel’i tercih edenlerde ise yüzde 86,2.
TERÖR ÖRGÜTÜ PKK ELEBAŞI ABDULLAH ÖCALAN'A BAKIŞ
“Meclis kürsüsünde DEM Parti’yi temsilen kimin konuşmasını tercih edersiniz?” sorusuna katılımcıların yüzde 55,4’ü eski HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, yüzde 4’ü ise terör örgütü PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın konuşmasını istediğini belirtti.
MHP seçmenlerinde Öcalan’ın DEM Parti’yi temsilen konuşmasını tercih edenlerin oranı yüzde 2,3’le sınırlı kaldı. DEM Partililerin yüzde 88,8’i kendi partilerini temsilen Demirtaş’ın konuşmasını tercih ederken yüzde 8,2’si Öcalan’ı tercih etti.
CHP seçmeninde yüzde 70,8, İYİ Parti’de yüzde 72,1, AKP'de yüzde 39,5 ve MHP’de yüzde 38,8 olarak Demirtaş ölçüldü.
Abdullah Öcalan’ın adı DEM Parti seçmeninde yüzde 8,2 oranında tercih edilirken, diğer partilerde yüzde 2-5 arasında kaldı: AKP yüzde 4,9, CHP yüzde 2,3, İYİ Parti yüzde 2,0.
“Hiçbiri” diyenlerin oranı AKP yüzde 25, MHP’de yüzde 33,9, Yeniden Refah’ta yüzde 30,7, Zafer Partisi’nde yüzde 39,1 ve İYİ Parti’de yüzde 16,2 oldu.
Genel tabloda Demirtaş isminin belirgin şekilde öne çıktığı görülürken, Öcalan seçeneği toplumun geniş kesiminde çok düşük destek buldu.
ÖCALAN SERBEST BIRAKILMALI MI
“Öcalan serbest bırakılmalı mı?” sorusuna katılımcıların yüzde 87,8’i “Hayır” yanıtını vermekte.
Bu yanıtı verenlerin oranı DEM Parti hariç tüm partilerde yüzde 91,5 ila yüzde 98,3 arasında. Atatürkçülerin yüzde 95,1’i Öcalan’ın serbest bırakılmasına karşı çıkarken sosyal demokratlarda karşı çıkma oranı yüzde 63.
14 Mayıs 2023 seçiminde oy verenler arasında en yüksek destek oranı yüzde 74,1 ile DEM Parti (Yeşil Sol) seçmeninde görüldü.
Bunun dışında tüm partilerde bu görüşe katılım düşük seviyede kaldı; AKP seçmeninde yüzde 8,5, CHP’de yüzde 6,5, MHP’de yüzde 2,7, İYİ Parti’de yüzde 2,0, Yeniden Refah’ta yüzde 4,6 ve Zafer Partisi’nde yüzde 1,7 olarak ölçüldü.
Diğer partilere oy verenlerde destek oranı yüzde 14,4, oy kullanmayanlarda ise yüzde 11,5 oldu.
Genel olarak seçmenlerin ezici çoğunluğu bu görüşe katılmadığını belirtirken, örneğin MHP’de yüzde 97,3, CHP’de yüzde 93,5, AKP'de yüzde 91,5 ve İYİ Parti’de yüzde 98 oranında “hayır” yanıtı verildi.
"PKK'LILARA AF" MESELESİ
“Silah bıraktıkları takdirde PKK’lılara af çıkarılmalı” diyenlerin oranı yüzde 18’le sınırlı kaldı.
Toplumun yüzde 82’si bu durumda bile affa karşı görüş beyan etmekte.
Türk milliyetçilerinin yüzde 93,1’i, Atatürkçülerin yüzde 90,8’i PKK’lılara olası affa karşı çıkmakta.
Olası bir Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’ı, Mansur Yavaş’ı, Ekrem İmamoğlu’nu ve Özgür Özel’i destekleyeceklerini belirten seçmenlerin yüzde 80’inden fazlası silah bırakma halinde PKK’lılara affa karşı olduklarını ifade ettiler.
EN YAKIN KUDÜS
Araştırmaya göre, seçmenlerin duygusal yakınlık hissettikleri bölgeler arasında Kudüs ilk sırada yer aldı. Katılımcıların yüzde 57,7’si Kudüs’e “yakın” veya “çok yakın” hissettiğini belirtirken, Kerkük yüzde 43,1, Balkanlar yüzde 39,5 ve Orta Asya yüzde 36,3 oranlarıyla öne çıktı.
Avrupa’ya yakınlık hissedenlerin oranı yüzde 30,5’te kalırken, Japonya için bu oran yüzde 28,9, Rusya için yüzde 20,2, Çin için yüzde 17,5 ve Amerika Birleşik Devletleri için sadece yüzde 14,9 oldu.
Araştırmada uzaklık hissi ise özellikle Batılı ülkelere karşı belirginleşti.
Katılımcıların yüzde 75,7’si ABD’ye, yüzde 66,5’i Çin’e, yüzde 59’u Rusya’ya, yüzde 52,2’si Japonya’ya ve yüzde 48,8’i Avrupa’ya kendini “uzak” veya “çok uzak” hissettiğini ifade etti.
ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ
Toplum Çalışmaları Enstitüsü tarafından yapılan araştırma, 18 yaş ve üzeri seçmenler baz alınarak Türkiye’deki siyasi eğilimleri ölçmek amacıyla gerçekleştirildi.
Saha çalışması 25-29 Eylül 2025 tarihleri arasında NUTS 2 bölgelerinde, bilgisayar destekli telefon anketi (CATI) yöntemiyle yapıldı.
Araştırmanın örneklem büyüklüğü 2017 kişi olarak belirlenirken, yüzde 95 güven düzeyinde hata payı ±2,18 olarak hesaplandı. Araştırmaya katılan yüzde 50,3'ü kadın, yüzde 49,7'si ise erkek.
Odatv.com

https://www.odatv.com/siyaset/milliyetciler-arastirmasi-hangi-partide-ne-kadarlar-laiklige-ve-abdullah-ocalana-nasil-bakiyorlar-kirmizi-cizgileri-neler-120119393

 

12 Ağustos 2025 Salı

SOL ANTİEMPERYALİZM KÜRTÇÜLÜK

.  SOL, ANTİEMPERYALİZM, KÜRTÇÜLÜK VE “KARDEŞLİK”

1960 sonrası gelişen sol ve devrimci hareket içinde belirgin kanatlar ortaya çıktı. Bir yanda Harun Karadeniz’in temsil ettiği ve öğrencilerin de dahil olduğu işçi sınıfı odaklı bir hareket vardı. Karadeniz, Teknik Üniversite Öğrenci Birliği kimliğiyle grev ve sendikalaşma faaliyetlerine danışmanlık yaparak bu hareketlere yön vermeye çalıştı. 

Ancak bu çizgi, o dönem Dev-Genç çevresi tarafından “devrimci olmamakla” eleştirildi.

Dev-Genç ise Doğan Avcıoğlu’nun Yön Hareketi veya Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim (MDD) tezi doğrultusunda, anti-emperyalist ve millici bir politika izliyordu.

Bu stratejinin önemli bir parçası da “asker-sivil zinde güçler” olarak tanımlanan unsurlardı.

Sonradan 9 Mart Cuntası olarak anılacak bu girişim, “Türkiye halkları” sloganına karşı çıkarak “Türkiye halkı” kavramını vurguluyordu.

“Halklar” ifadesi, bu çizgi tarafından Kürtçülüğe giden bir yol olarak görülüyordu.

Bu süreçte Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise özgün bir çizgi savunuyordu.

Kıvılcımlı, bir yandan Harun Karadeniz’e paralel olarak işçi sınıfının örgütlenmesini savunurken, diğer yandan Türkiye’ye özgü bir durum olarak devlet geleneğinden gelen “ilmiye” ve “seyfiye” (kılıçlılar) gibi sınıfların da işçi hareketiyle ittifak kurması gerektiğini öne sürüyordu.

Harun Karadeniz ve çevresi TİP içinde sosyalist devrimi savunurken, Dr. Kıvılcımlı MDD gibi milli tezlerin burjuva nitelikte olduğunu belirterek demokratik devrim vurgusu yapıyordu.

Buna karşılık Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli, işçi sınıfı örgütlenmesine dahi karşı çıkarak belirleyici gücün asker-sivil aydın zümrede olduğunu savunuyordu.

1971 KIRILMASI: SİLAHLI MÜCADELE VE HALK SAVAŞI STRATEJİSİ

1970’lere gelindiğinde bu millici çizgi kırılmaya başladı.

Öğrenci hareketleri, giderek “halk savaşı” stratejisine yöneldi.

Bu yönelimde Vietnam Halk Savaşı, Filistin Kurtuluş Örgütleri ve kısmen Che Guevara idol olarak alındı.

Özellikle Vietnam modeli o kadar etkiliydi ki, Che Guevara’nın “Bir, iki, üç daha fazla Vietnam!” sloganı sıkça kullanılıyordu.

Ancak Vietnam’daki anti-emperyalist mücadelenin Türkiye’deki yansıması farklı oldu.

9 Mart’taki ilerici ve anti-Amerikancı askeri girişimin önünü kesmek amacıyla 12 Mart 1971 Muhtırası geldi ve tam Amerikancı bir çizgi iktidara taşındı.

Başlangıçta “Ordu-gençlik el ele, milli cephede!” sloganını benimseyen hareket, halk savaşı tezine yönelince ordu içindeki ilerici kanatla da karşı karşıya geldi.

1971’deki bu süreç; Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP-C) gibi örgütlerin, Türkiye’nin bütünlüğünü savunan birleşik bir bağımsızlık mücadelesi stratejisinin sonlanmasıyla sonuçlandı.

’71 YENİLGİSİ SONRASI: “İÇ SÖMÜRGE” TEZİ VE KÜRT HAREKETİNİN YÜKSELİŞİ

1974’teki genel aftan sonra yeni bir dönem başladı.

Eski THKP-C çizgisinin devamı niteliğindeki hareketler, “birleşik bağımsızlık mücadelesi” ve “devrimci demokratik hareket” gibi tezleri güncelledi.

Ancak bu dönemde, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkisini farklı yorumlayan yeni bir akım ortaya çıktı.

Bu akım, Türkiye’nin emperyalizm tarafından sömürülen bir ülke olmaktan ziyade, kendisinin ülkenin doğusunu sömürdüğünü iddia ediyordu.

Batıdaki gelişmişliğin doğudaki geri kalmışlıktan kaynaklandığı şeklindeki bu soyut ve bilimsel dayanaktan yoksun “iç sömürgecilik” tezi, giderek popülerlik kazandı.

Dev-Genç, bu sömürgecilik tezine karşı en çok mücadele eden yapılardan biri oldu.

Ancak bu tez, daha sonra Kürtçü hareketlerin teorik temelini oluşturdu.

Şu fikirler yaygınlaştı:

“Türkiye, Kürdistan’ı sömürmektedir. O halde devrimcilerin görevi, ezen ulusa karşı ezilen ulusun yanında yer almaktır. Ezilen ulusun milliyetçiliği meşrudur.”

’71 yenilgisinin ardından birleşik devrimci mücadele fikri zayıfladı ve yerini, Marx’tan ödünç alınan bir formülle (“İngiltere’nin devrimi İrlanda’dan geçer”) Türkiye’nin devriminin Kürdistan’ın devriminden geçtiğini savunan sol tezlere bıraktı.

Bu zemin, zamanla PKK’nın güçlenmesine olanak sağladı.

Sınıf temelli “sömüren-sömürülen” denklemi, “kardeşlik” temelinde yeniden yorumlandı.

Bu yeni anlayışa göre, “sömüren kardeşin (Türk), sömürülen kardeşin (Kürt) haklarını savunması” devrimciliğin ve demokratlığın ölçütü haline geldi.

Türkiye’deki sol hareketlerin önemli bir kısmı, bu eksende Kürt hareketinin bağımsızlık çizgisini savunmaya başladı.

1980’LER SONRASI: RADİKAL DEMOKRASİ, PKK KUYRUKÇULUĞU VE YENİ STRATEJİLER

“Kürt şehirleri” gibi kavramlar devrimci jargona girdi.

Oysa ne Deniz Gezmiş’in ne de Mahir Çayan’ın tezlerinde etnik temele indirgenmiş bir iç sömürgecilik tezi bulunmuyordu; asıl mücadele emperyalizme karşıydı.

1980’lerden sonra PKK’nın ortaya çıkmasıyla, solun “PKK kuyrukçuluğu” olarak adlandırılan dönemi başladı.

Bu dönemin teorik arka planını ise radikal demokrasi oluşturdu.

Bu anlayışa göre Türk solu artık iktidarı hedeflememeli, ÖDP örneğindeki gibi farklı kimliklerin (gökkuşağı modeli) eşitler olarak yan yana durduğu, kimsenin egemen olmadığı bir yapı kurulmalıydı. Pratikte bu durum, Kürt siyasi hareketinin merkezde olduğu ve Kürtçülüğü savunmanın sosyalizm olarak pazarlandığı bir çizgiye dönüştü.

Denizler Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi savunurken, bu yeni radikal demokrasi anlayışı, dünyadaki gerici iktidarlara karşı ABD ile iş birliği yapmayı meşrulaştırdı.

Böylece Kürt hareketinin ABD ve İngiltere ile olan iş birliği, onlara eklemlenen sol tarafından da görmezden gelindi.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1970’te “Yol Yazıları”nda Türkiye soluna iki tehlikenin sokulmak istendiğini söylüyordu:

Birincisi silahlı çetecilik (gerillacılık), ikincisi ise Kürtçülük.

1980’den günümüze uzanan süreç, Kıvılcımlı’nın bu öngörüsünü doğrularcasına sosyalist hareketi yozlaştıran ve emperyalizmin yedeğine düşüren bir çizginin hakimiyetine sahne oldu.

GÜNÜMÜZ: ŞEHİR DEVLETLERİ, BURJUVAZİNİN ENTEGRASYONU VE “KENT UZLAŞISI”

Günümüzde “ayrılma” tezi büyük ölçüde terk edilmiştir.

Beş parçalı Kürdistan veya konfederalizm gibi tezlerin yerini yeni bir strateji almıştır.

Artık Kürt hareketinin merkezi; İstanbul, İzmir, Muğla ve Antalya gibi Türkiye’nin en büyük ve ekonomik olarak en dinamik kıyı şehirleridir.

Yaklaşık 2005’ten beri Türk Solu’nda yazdığım bu teze göre amaç, büyükşehirlerde Kürt kimliğini resmi bir “kantonal kimlik” olarak tanıtmaktır.

Eşit vatandaşlık” kavramı, bu kimliğin tanınması talebini içermektedir.

Bu stratejinin pratik bir yansıması, yerel seçimlerdeki “kent uzlaşısı” arayışları olmuştur.

Bu durumun ekonomik bir temeli de vardır.

Karadeniz veya Kayseri burjuvazisi gibi, Diyarbakır ve Van merkezli Kürt burjuvazisi de ulusal iktidar bloğunda yer almak istemektedir.

Özellikle Akdeniz’deki turizm ve büyükşehirlerdeki müteahhitlik işleriyle büyüyen Kürt burjuvazisi, elindeki sermayeyi endüstriyel bir sıçrama için kullanma çabasındadır.

Bu durum, AKP döneminde Anadolu Kaplanları’nın sanayi burjuvazisine dönüşme çabasına benzemektedir.

Çağımız, ulus devletlerin yerine şehir devletlerinin geçtiği bir dönemdir.

Nasıl ki Rusya’da Tatar veya Kazak burjuvazisi ayrılmak yerine Moskova’daki ticari hayatı kontrol etmeye çalışıyorsa, Türkiye’de de benzer bir eğilim görülmektedir.

Güneydoğu’ya neden yatırım yapılmadığı sorusunun cevabı da buradadır:

Limanlara ve büyük pazarlara uzaklık, kârlılığı düşürmektedir.

Bu nedenle yatırımlar İstanbul, İzmir gibi liman ve turizm kentlerinde yoğunlaşmaktadır.

SONUÇ: SİYASETTEKİ YENİ DENGELER VE GELECEK PROJEKSİYONLARI

Günümüzdeki “demokratikleşme” ve “kardeşlik” söylemleri, aslında büyükşehirlerdeki Kürt burjuvazisinin finans-kapital içinde ve iktidar bloğunda yer alma talebini ifade etmektedir.

Geçmişte “İstanbul Dukalığı” olarak adlandırılan Koç gibi grupların egemen olduğu iktidar yapısına artık inşaat, turizm ve sanayi sektörlerindeki Kürt burjuvazisi de dahil olmak istemektedir.

Bu entegrasyon çabası, siyasi ittifakları da şekillendirmektedir.

DEM Parti’nin CHP ile başlattığı ittifak denemesi, CHP’li belediyelere yönelik operasyonlarla sekteye uğramıştır.

Bu durum, AKP-MHP blokuyla bir uzlaşı arayışına girilebileceğine işaret etmekteydi.

Şimdi bu yaşanmaktadır.

Yaklaşık üç yıl önce ortaya koyduğum bu analiz, bugün de geçerliliğini korumaktadır.

Gelecekteki iktidar blokunu şekillendirecek bu politikaya göre, iktidar adayı olan herkesin Kürtçülüğe yakın durması beklenmektedir.

Örneğin, İmamoğlu veya Özgür Özel’in “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü kullanmaktan kaçınması, bu ittifak arayışının bir yansıması olarak okunabilir.

Diğer yanda ise MHP’nin, Abdullah Öcalan’ı “kurucu lider” olarak tanımlayarak, “iktidarı bizle kurarsanız Kürt burjuvazisinin kantonal ve anayasal hakları tanınabilir” şeklinde bir açılım yapması da aynı stratejinin bir parçasıdır.

Sonuç olarak, “eşit yurttaşlık” kavramı, günümüzde Kürt burjuvazisinin hem ekonomik hem de siyasi iktidar bloğunda eşit bir aktör olarak yer alma talebinin bir ifadesi haline gelmiştir.

1980’lerin ayrılma tezi, yerini iktidar bloğuna entegre olma çabasına bırakmıştır.

* Prof. Dr. Şener Üşümezsoy'un yazısını Türk Solu'nun internet sitesinde okuyabilirsiniz.

https://www.turksolu.com.tr/sol-antiemperyalizm-kurtculuk-ve-kardeslik/


4 Temmuz 2025 Cuma

ÜLKEDEN KAÇMAK

.   ÜLKEDEN KAÇMAK, DIŞ ÜLKELERE GİTMEK

. Türkiye'nin en önemli fakat dile getirilmeyen sorunlarından biri de ülkeden kaçmak, dış ülkelere gitmek isteklilerinin giderek yoğunlaşması...

Sürücülerle, öğrencilerle, sokaktaki insanlarla konuşmaya çalışıyorum, "Abi bu da yaşam mı, olanak (imkân) bulsam ülke dışına giderim" diyenlerin sayısı bir hayli fazla.

Gelir dağılımı bozukluğu, baskılar, işsizlik, yaşam zorlukları, tek kişilik keyfi bir yönetim, haksızlıklar, vatandaşlar arasında ayırım (etnik ayırımdan söz etmiyorum, böyle bir ayırım ülkemizde asla yoktur), kamu görevlilerinin polis devleti anlayışından kurtulamaması, denenmiş, başarısızlıkları kanıtlanmış bazı politikacıların, üst yöneticilerin halkın çek-git demesine karşın çeşitli oyunlarla, desiselerle ülkenin başında kalma girişimlerinin doğurduğu usanç, bezginlik, umutsuzluk...

Tüm bunlar ülkeye bağlılığı azaltıyor, ülke dışına kaçma eğilimlerini güçlendiriyor.

Bir ülkede yaşayanların, dinleri, inançları, etnik kökenleri ne olursa olsun, kendi ülkelerine sahip çıkmaları, ülkelerini benimsemeleri, Türklüğü ulus kimliği olarak içselleştirmeleri, bir ülkenin en büyük gücüdür.

Türkiye'de sergilenen tek kişilik yönetim, keyfilik, ayırımcılık, halkın ve Türkiye'nin gerçek çıkarlarını savunanların ülke yönetiminden dışlanması, baskılar, haksızlıklar, en hafifinden biber gazıyla başlayarak tekme, tokat, cop, tutuklama, hürriyeti bağlayıcı cezalar, bilinçli veya bilinçsiz şekilde yapılan eziyetler, halkın bu ülkeye bağlılığını azaltmakta, kendi ülkesinden soğutmaktadır.

Laiklik, cumhuriyetçilik, sosyal devlet olma, bir ülkede halkın ülkesine bağlılığını artıracak, pekiştirecek ilkelerdir. Laiklik, inanç, düşünce özgürlüğünü ve hoşgörüyü beraberinde getirir.

İnsanlar üzerindeki baskıları hafifletir.

Cumhuriyetçilik, halkın en geniş ve etkin biçimde ülke yönetimine katılmasını sağlar.

Sosyal devlet olma, eğitim, sağlık, barınma, iş, geleceğinin güvence altına alınması gibi temel gereksinimleri karşılar.

Türkiye'de gerçekten ülke bütünlüğü, halkın ülkeye bağlılığı isteniyorsa, cilalı boş nutukları bir yana bırakıp, bunun gereklerini yerine getirmek gerekir.

Ülkeyi, AKP-MHP ortak yönetiminin sergilediği tutum ve anlayıştan tamamen farklı bir anlayışla yönetmek gerekir.

Halka saygılı, halkı dışlayan değil, halkın yönetime katılmasını sağlayan, vatandaşlar arasında ayırım yapmayan, vatandaşa hizmet götürmeyi amaçlayan, Türkiye'nin çıkarlarını ve saygınlığını koruyan bir yönetim...

Türkiye'nin bu anlayışta bir yönetime gereksinimi vardır.

Bu ülkede yaşayan herkes, inancı, dini, mezhebi, etnik kökeni ne olursa olsun, "Burası benim ülkem, benim vatanım, ben Türk'üm" demeli, bu ülkeyi benimsemelidir.

Bu benimseme, sorumluluk ve ülkeye katkıda bulunmayı da beraberinde getirir. Herkes kendi çapında bu ülkeye katkıda bulunabilir.

Ağaç dikme, çevreyi, doğayı koruma, hatta çevreyi kirletmeme bile bir katkıdır. Ülke benimsenirse, ülkenin doğasını korumak, ülkeyi kalkındırmak daha da kolaylaşır.

Türkiye'yi benimsemiş, gerçek vatansever kişiler, bu ülkeyi ayakta tutuyor.

İçten ve dıştan yıkma çabalarına karşı bu ülke ayakta duruyorsa, her kurumda sorumluluk duygusu, görev anlayışı yüksek, büyük özveri ile çalışan, ülkeye bir şeyler katabilmek için çırpınan kişilerin çabaları ile ayakta duruyor.

Yoksa her gün TV'de görünen, söylev vermeye, konuşmaya düşkün kişilerin katkıları ile değil...

Önemli olan Türkiye'de dürüst, çalışkan, ülke sevgisi yüksek bu kişilerin ön plana çıkarılmasını sağlamak ve bu tür davranan kişilerin sayısını arttırmaktır.

Ülkeyi geliştirmek, kalkındırmak için eksiksiz olarak bir çabaya gereksinmemiz vardır.

Her kurumda bir avuç insanın çabası ile Türkiye anca bu noktalara kadar gelebiliyor.

Ülkeyi benimsemiş gözüküp, vatan, millet nutukları atıp, ülkenin insanını sömüren, doğasını yakıp yıkan, yabancı ülkelerin çıkarlarını üstü açık veya kapalı bir şekilde savunanlara karşı da uyanık olmak gerekir.

Türkiye'nin bu ülkede yaşayanlar tarafından benimsenmesini istiyorsak, AKP-MHP ortak yönetiminin ve uzantılarının sergilediği anlayıştan farklı bir yönetim getirmek zorundayız.

Halka saygılı, halkı dışlamayan, geniş kitlelerin temel gereksinimlerini karşılamayı ön plana alan, Türkiye'nin bağımsızlığına, saygınlığına özen gösteren, ayırım yapmayan, Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir yönetim.

Böyle bir yönetim anlayışı, halkın bu ülkeyi içtenlikle benimsemesine ve eksiksiz olarak bir kalkınma hareketinin başlatılmasına olanak hazırlayabilir.

.   MERT KURTAR, 05 Temmuz 2025 Cumartesi

. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ - MÜLKİYE MEZUNU (MÜLKİYELİ)

23 Haziran 2025 Pazartesi

İsrail Ne İstiyor

 .    İsrail Türkiye’den Ne İstiyor?

.   1948’de kurulan İsrail Devlet sembolü Yedi Kollu Şamdan ve Davut Yıldızıdır.

Her iki sembol de Tevrat’ta geçen ayetlerden alınmıştır.

Biri İsrail’in yolunu aydınlatır, diğeri İsrail’in Kral Davut zamanındaki Büyük İsrail Krallığını işaret eder.

Yani?

İsrail Tevrat’a yazılı Vaat Edilmiş Topraklar üzerinde savaşıyor ve bu savaş hiçbir zaman bitmeyecektir ta ki İsrail Filistinlileri Ürdün’e göçe zorlayıp Akdeniz kıyılarını ele geçirinceye kadar.

İsrail’in amacı tüm Ortadoğu’yu ele geçirmek değil, bu bölgedeki ülkelerin yönetimlerine kendine eş yönetim getirmektir.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye hedeftir. Buna eski Bizans emellerini eklediğinizde karşımıza Tevrat-İncil ittifakı çıkar.

Yani?

İki bin yıl önce Kudüs’ü yakıp Kutsal Tapınağı yıkan ve Yahudileri dünyaya sürgüne gönderen Roma, Kitabı Mukaddes(Evanjelizm) gölgesinde İsrail ile ittifaka geçmiştir.

Hedefi; Lübnan,Suriye, Irak ve Türkiye’de kaynakların, buna insan dahil, tüm kaynakların yönetimini ele geçirmek ve Ortadoğu’da ABD/İngiltere’nin orta ölçekli küresel güç olmaktır.

X X X

Şimdi milli mücadele yıllarına bir bakalım..

Lozan’la Sevr işgali sonuçsuz bırakılınca İngilizler paylarına düşen Irak, Filistin ve Arabistan’da, Fransızlar ise Suriye ve Lübnan’da yerleştiler. 

Bu resimde Amerika yoktu Rusya da yoktu.

Derken ikinci büyük harp geldi çattı. 

Bu kez fırsatı kaçırmak istemeyen Ruslar öne çıkarak, stratejik bir hamleyle Kürt kartını ileri sürdüler. İran’da ‘Mahabad Cumhuriyeti’ adıyla bir devlet kurdular, başkanlığına Kadı Muhammed’i getirdiler. 

Mahabad’ı da bizim kurtuluş savaşı gibi, milli mücadelemiz ve Cumhuriyetin ilanı gibi zorlu süreçlerden geçmiş bir ‘Baş Yapıt’ olarak düşünmeyiniz..

İşin başı Ruslardı, sonu Ruslar, orduyu kuran silahı veren devleti ilan eden de Ruslar.

Üç Sovyet subayı eşliğinde aldılar yanlarına Kadı’yı, getirdiler Barzani‘yi ordunun başına, böylece bir devlet çıktı ortaya hatta Molla general rütbesi takıp ‘Başkomutan’ bile oldu.

Siyaset bu tarihi olayları iyi biliyor olmalıydı ki Barzani Diyarbakır buluşmasında bir yanda oğlu kucaklanırken söz sırası babasına geldiğinde Kadı Muhammed’i bize hatırlatıyordu, işte sözleri;

‘Merhum Kadı Muhammet’in dediği gibi Allah’a, dine, İslam dininin önderine inanmış Müslüman milletinde nasıl ki doğruluk dürüstlük ve sadakat varsa bütün bu özellikler Molla Mustafa Barzani’de de vardı. İşte o Barzani 81 yıl önce kardeşlerinin ülkesi Türkiye’ye misafir oldu. Bugün de Molla Mustafa Barzani’nin oğlunu, değerli dostum Mesud Barzani’yi Diyarbakır’da misafir ediyoruz.’

Molla Mustafa işte bu Mahabad’ın ilk ve son cumhurbaşkanıydı.

X X X

Peki süreç nasıl işletildi?

Perde arkasında Çar Deli Petro’ndan vasiyeti vardı‘Akdeniz’e açılmak’. Bunun yolu Çanakkale- İstanbul boğazlarıyla Umman Denizinden geçiyordu.

Stalin’in üs talebi kabul görmeyince Ruslara tek seçenek kaldı, İran.

22 Ocak 1946’da, Mahabad’taki aşiret liderleri, KDP yöneticileri, üç Sovyet subayı ile Barzani’nin hazır bulunduğu, halkın da katıldığı bir toplantı yapıldı. Mahabad Kürt Cumhuriyeti ilan edildi, Kürt ulusal bayrağı göndere çekildi.

Bugün Barzani’nin ‘Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ diyerek dalgalandırdığı hatta Türkiye’yi ziyaretinde Türk Bayrağı ile birlikte göndere çektirdiği bayrak işte bu bayraktı. 

İşin özeti buydu ama bu proje diğerlerine göre farklıydı…  

En başta bu Mahabad, siyasetin coğrafyasını işaret ettiği ‘Kuzey Irak’ta değildi.

Ayrıca bulunduğu yerin binlerce yıllık tarihi, kavimleri, uygarlığı, dinleri ve enerji kaynakları dikkate alınarak geliştirilmiş küresel bir siyasi proje de değildi. O günkü konjonktürün tetiklediği stratejik bir Stalin hamlesiydi.

X X X

İlk büyük harbin sonunda Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı isteyen, üstüne de Boğazlarda üs talep eden Stalin bu istekleri gerçekleşmeyince işte bu Mahabad üzerinden Ortadoğu’ya açılmak istedi. Ama Amerika ve İngiltere karşı koyunca ömrü bir yıl dahi sürmedi, hala adı geçiyor olsa da tarihten silinip gitti.

Yıkıldığı zaman üzüntüsünden olsa gerek Molla Mustafa bine yakın peşgermegesiyle birlikte Ruslara sığındı.

Tam 11 yıl orada kaldı, askeri akademiye gitti, gerilla eğitimi aldı. Sonunda dönüp dolaşıp Irak kuzeyindeki coğrafyasına geri geldi. Irak merkezi hükümetine karşı başlattığı direnişte bu eğitimin çok da faydasını gördü.

İşte ‘tarihte devlet kurduk adı da Mahabad’ dediklerinin başı ve sonu buydu.

X X X

Şimdi coğrafyası farklı olsa da bu resim yine de siyasetin Kürdistan’ diyerek çizdiği resimle örtüşmüyordu çünkü içinde İsrail yoktu. Ama siyaset haklıydı, İsrail’in içinde olduğu bir Kürdistan vardı.

Peki, bu neyin nesiydi?

Stalin Mahabad hamlesinden iki yıl sonra bu kez Amerika harekete geçti. Balfour Deklarasyonuyla ilan edilmiş olan Yahudi devlet, 1948 yılında, Müslüman coğrafyanın tam kalbinde kuruldu.

İkinci büyük harbin Ortadoğu açısından belki de en önemli sonucu bu devletin varlığı oldu. Kurulmuştu kurulmasına ama bizi bugünlere sürükleyen savaşları tetikledi hala da sürüyor…

Mesele şuydu, sadece Amerika değil tüm Avrupa hatta Hristiyan alemi zengin enerji kaynaklarıyla donatılmış bu coğrafyada İsrail’i Haçlı’nın ileri bir karakolu olarak görüyor ve ne pahasına olursa olsun yaşamasını istiyordu çünkü enerji bir yana söz konusu olan kutsal topraklardı.

Ancak bu devletin ortaya çıkışıyla tetiklenen savaşlar zamanla bir Müslüman-Yahudi savaşı riskini beraberinde getirince iş değişti.

İsrail’e bölgede müttefik devlet arayışları başladı. Suudilerin Rabıta üzerinden yeşil Amerikan dolarıyla Türkiye’ye üşüştüğü, tarikatlara ve cemaatlere doluştuğu işte bu sürece denk düşüyordu.

Bu müttefik arayışları İsrail’i küresel proje olan Sevr ile buluşturdu.

Kurtuluş savaşıyla sonuçsuz bırakılmış olan Sevr soğutulduğu raftan indirildi ve bugünkü oyuna sürüldü.

X X X

Olaylar kendine böylesi bir mecra bulur iken, Türkiye ise hala ‘12 Eylül darbesi neden yapıldı’ sorusuna bir cevap aramakla meşguldü. Dolayısıyla Dünya Siyonist Dergisi Kivunim’de ‘1980’lerde İsrail İçin Strateji’  başlığıyla yeni ama özünde eski bir Ortadoğu Planının ortaya çıktığını göremedi.

Plan açıktı, İsrail’i kuşatan Müslüman ülkelerin etnik ve mezhep farklılıkları temelinde ayrıştırılması, çatıştırılması ve parçalanması öngörülüyordu. 

Kopan parçalarda İsrail’e müttefik yönetimlerin iş başına getirilmesiyle hem İsrail’in güvenliği sağlanmış olacak hem de coğrafyanın enerji kaynakları Batı’nın yönetimine geçmiş olacaktı.

Düğüm noktası Kürdistan’dı. Aslında bu plan Sevr’in günümüz tercümesiydi.

Sevr’in o dönemdeki hedefi; Anadolu’nun doğusunda bir Ermeni-Kürt devletinin kurulması, bu yolla Türklerin Asya ile coğrafik bağının kesilmesi ardından kuşatılarak ele geçirilmesiydi.

Yeni İsrail planında bu hedef değişmedi ama hedefe giden yollar, kullanılacak siyasi ayaklar değişti; önce işbirlikçi yönetimler eliyle sözde demokratik yollarla Anadolu’nun kaynaklarını ele geçirmek nihayetinde ise Kürdistan’la birbirine komşu dört ülkeyi parçalamak şeklinde Sevr’den daha kapsamlı siyasi bir projeye dönüştü.

Resmin buraya kadar görülen şekliyle siyasetin ‘Kuzey Irak Kürdistan lideri hoşgeldiniz’ sözünde geçen Kürdistan bu olmalıydı, bir İsrail projesiydi, Barzani de bu projenin siyasi ayağıydı.

Belki de siyaset bu planı yeni öğrenmişti, yeni farkına vardığı için de ‘arkasında İsrail var PKK var’ diyerek bağımsızlık referandumu yapan Barzani’ye bu yüzden öfkelenmişti, kim bilir?

 Ama gel gör ki İsrail’in ardından Amerika da Ortadoğu’ya fiilen adımını atınca işler yine değişti…

X X X

Amerika ve Rusya ilk büyük harpte Ortadoğu’ya inemedi demiştik, meşguldüler, Almanya’ya karşı savaşıyorlardı. Savaş bittiğinde Osmanlı’nın toprakları paylaşılmış, bu paylaşımda Amerika ve Rusya’ya pay düşmemişti. Derken ikinci büyük harp gelip çatmış ama yine de bu iki ülke coğrafyamıza inememişti.

İlk hamleyi yapan Stalin Mahabad tutmayınca geri çekilmiş ama hemen ardından ikinci hamlesini oyuna sürmüştü, sıcak denizlere açılması gerekiyordu.

Bu amaçla ‘Kürdistan Demokrat Partileri(KDP) kuruldu. Irak KDP’sinin başına Molla Mustafa Barzani getirildi, İran ve Suriye de KDP’lerden payına düşeni aldı .

İşte bugün Rusya bu oyunu bu siyasi ayaklar üzerinden oynuyor hem Barzani’de eli var hem de Suriye’deki PKK terör örgütünün türevlerinde.

Amerika’ya gelince…

Stalin hamlesine karşılık İngiltere desteğinde İsrail devletini kurdu, Haçlı desteğini de yanına alarak elini coğrafyaya uzattı ama bir sorun vardı.

Dediğim gibi Arap-İsrail şeklinde giden savaşlar Müslüman-Yahudi şeklinde bir dinler arası savaş riskini sürükleyince oyun değişti, yeni hamleler ortaya çıktı.

Yaklaşık üç bin kişinin yaşamını yitirdiği 11 Eylül terör saldırısı bahane edilerek, tarihte ilk kez, Amerikan silahlı kuvvetleri Ortadoğu’ya indirildi, bugün hala orada. 

Siyasetin söylemeyi unuttuğu belki de bu olmalıydı çünkü Amerika’nın da artık bir Kürdistan’ı vardı..

X X X

2006 yılında ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde emekli Albay Ralph Peters kaleme almış haritasını bile yayımlamıştı, Türkiye’de sokakta oynayan çocukların dahi adını bildiği ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nde yer alan Büyük Kürdistan . Amerikalı Kürdistan’ın siyasi ayağı yine Barzani’ydi tıpkı İsrail projesinde olduğu gibi.

Düşününüz babası Molla Mustafa bile uzun yıllar Irak merkezi hükümetine karşı gerilla savaşı yapmış ancak tarihin hiçbir döneminde böylesi bir siyasi zafer elde edememişti.

Büyük resme böyle bakıldığında1991 Birinci Körfez Savaşının bu siyasi projede dönüm noktası olduğu görülüyor çünkü bu süreçte ‘Postal öpücü peşmerge’ denilen Mesud Barzani ‘Özerk Kürdistan Yönetimi Lideri’ yapıldı.

Siyaset ‘Barzani’nin arkasında İsrail var’ demişti haklıydı ama devamı gelmemiş, herkes biliyor olsa da ABD’nin işin içinde olduğunu söylenmemişti. Her ne kadar 2019 yerel seçimleri öncesinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ‘Kandil’i ABD yönetiyor’ diyerek dikkati çekmiş olsa da bu desteklenmediği için laflar uçup gitmişti. 

Bu süreç hala işliyor…

X X X

Bu durumda karşımıza Türkiye’ye karşı konumlanmış silahlı ayağı PKK, siyasi ayağı Barzani olan iki küresel proje çıkıyor; Biri Yahudi Kürdistan diğeri de Amerikalı Kürdistan.

Bu iki proje temelini Sevr’den aldığı için iş dönüp dolaşıyor Gazi Paşa’nın deyişiyle sinsi ve yüzyıllardan beri kurgulanmış, son denemesinde kurtuluş savaşıyla sonuçsuz bırakılmış Büyük Suikast’a geliyor ve her iki projenin de ilk hedefi Türk Ordusu, ardından Türkiye Cumhuriyeti oluyor.

Bugün Ruslar da oyuna girdiği için tehlikenin hiç olmadığından daha yakın ve daha ağır olabileceğini artık düşünmek gerekiyor.

X X X

Sonuç olarak..

1948’de kurulan İsrail Devlet sembolü Yedi Kollu Şamdan ve Davut Yıldızıdır.

Her iki sembol de Tevrat’ta geçen ayetlerden alınmıştır. Biri İsrail’in yolunu aydınlatır, diğeri İsrail’in Kral Davut zamanındaki Büyük İsrail Krallığını işaret eder.

Yani?

İsrail Tevrat’a yazılı Vaat Edilmiş Topraklar üzerinde savaşıyor ve bu savaş hiçbir zaman bitmeyecektir ta ki İsrail Filistinlileri Ürdün’e göçe zorlayıp Akdeniz kıyılarını ele geçirinceye kadar.

İsrail’in amacı tüm Ortadoğu’yu ele geçirmek değil, bu bölgedeki ülkelerin yönetimlerine kendine eş yönetim getirmektir.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye hedeftir. Buna eski Bizans emellerini eklediğinizde karşımıza Tevrat-İncil ittifakı çıkar.

Yani?

İki bin yıl önce Kudüs’ü yakıp Kutsal Tapınağı yıkan ve Yahudileri dünyaya sürgüne gönderen Roma, Kitabı Mukaddes(Evanjelizm) ışığında İsrail ile ittifaka geçmiştir.

Hedefi; Lübnan,Suriye, Irak ve Türkiye’de kaynakların, buna insan dahil, tüm kaynakların yönetimini ele geçirmek ve Ortadoğu’da ABD/İngiltere’nin orta ölçekli küresel güç olmaktır.

 Tehdit ve tehlikeler açıktır.

Türkiye kaynaklarını satmamalı, Suriyeli sığınmacıları geri göndermenin mutlaka bir yolunu bulmalıdır.

Türkiye’nin çıkış yolu Atatürk ve Cumhuriyet, Türk ulus devlet birlik ve bütünlüğünü teminat altına alan Anayasa’dır.

Erdal Sarızeybek

Araştırmacı Yazar

Kitap: Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak

 

https://sarizeybekhaber.com/israil-turkiyeden-ne-istiyor/

 

 

CADILAR BAYRAMI?

.   BİR GÜN CUMHURİYET, BİR HAFTA CADILAR .   Bir günlüğüne Cumhuriyet. .   Yalnızca bir gün. Bayraklarımızı çıkarıyoruz, şiirlerimizi okuyo...