28 Şubat 2021 Pazar

Finlandiya Eğitim Sistemi

Zengin ve fakire eşit fırsat tanıyan

Finlandiya eğitim sistemi nasıl dünyaya örnek oldu?
Finlandiya halkı, asfalt ile 1920'li yıllarda tanışmıştı.

19. yüzyılın başlarına kadar tek bildikleri yoksulluktu.

Aksine Brezilya'nın Sao Paulo şehrinde ilk asfalt yol 1909'da yapıldı.

O dönem tarımsal ekonomiyle ayakta kalmaya çalışan Finlandiya, ilk asfalt otoyolunu açmak için 1963 yılını bekleyecekti.

Ancak bu iki ülke, yıllar içinde bambaşka noktalara evrildi.

Finlandiya eğitim sistemi ve sosyal politikalarını dönüştürerek dünyanın en ünlü ve saygın eğitim sistemini oluşturdu.

Brezilya ise birçok Latin Amerika ülkesi gibi yoksul ve zengin ailelerin çocukları için eşit eğitim fırsatları yaratmayı halen başaramadı.

Finlandiya mucizesi

Bu mucizevi dönüşüm Finlandiya'da 1970'li yıllarda başladı ve yenilikçi reformlar sayesinde değişim ruhu güç kazandı.

Ülke, 30 yıl içinde vasat bir eğitim sistemini küresel eğitim sıralamalarının tepesinden inmeyen bir "yetenek kuluçka makinasına" çevirdi.

Böylece sofistike bir sanayi ekonomisi yarattı.

Peki nasıl?

Özetlersek, dünya ne yapıyorsa tam tersini yaparak.

Finlandiya işin mutfağından başlayarak hem ders saatlerini kısalttı, hem de sınav ve ödev sayısını azalttı.

Uluslararası eğitim uzmanları, bu anlayışın gizli formülünü inceliyor.

Finlandiya ise, sırrını şöyle açıklıyor:

    -Kaliteli kamu eğitimi, sadece eğitim politikalarının değil aynı zamanda sosyal politikaların bir sonucudur.

1990'lu yıllarda 'Finlandiya Dersleri" kitabında bu reformların yaratıcılarından eğitimci Pasi Sahlberg, şu ifadeleri kullanmıştı:

"Yüksek sosyal refah düzeyi, çocuklar için eşit fırsatlar, aynı zamanda bedava ve kaliteli öğrenmeyi garantilemekte kritik bir rol oynuyor."

Eşit fırsatlar

Başkent Helsinki'nin en önemli ortaokullarından Viikki'yi örnek verelim.

Finlandiya'nın tüm okullarında olduğu gibi, burada bir iş adamının çocuğu ile bir işçinin çocuğunu yan yana görebilirsiniz.

Hiçbir şekilde onlardan okul ücreti ya da harç alınmıyor.

Okulun geniş kafeteryasında her gün cömert miktarda sağlıklı gıda veriliyor ve buradaki 940 öğrencinin tamamına ücretsiz sağlık hizmetleri ve diş tedavisi sunuluyor.

Okul malzemelerinin hepsi bedava.

Çocuk gelişimi uzmanı pedagog ve psikologlar da dikkatle öğrencileri takip ediyor, disleksi (okuma yazma öğrenme güçlüğü) gibi sorunları hızla tespit edip onlara destek veriyor.

Sahlberg, "Sosyal eşitsizlik, çocuk yoksulluğu ve temel hizmetlerin yetersizliği bir ülkenin eğitim sisteminin performansını azaltan güçlü bir etken" diyor.

Dönüşüm

1960'lı yılların sonuna gelindiğinde Finlandiyalıların sadece yüzde 10'u ortaokul mezunuydu.

Birçok ailenin eğitim kurumlarına verecek parası yoktu ve devlet okulları yetersizdi.

Toplumun sadece yüzde 7'sinde olan üniversite diploması, nadir verilen bir ödül gibiydi.

Ancak Finlandiya tarihi, dirençli toplumuyla bilinir.

Ülke, 1917'de İsveç Krallığı'nın 600 yıl ve Rusya İmparatorluğu'nun en az 100 yıl süren hâkimiyetinden kurtularak bağımsızlığını ilan etti.

1970'lerde değişim başladı ve insan sermayesini geliştirmek, devletin önceliği oldu.

"Peruskoulu" adı verilen 9 yıllık (ilk ve orta eğitim) zorunlu eğitim sistemi de eşitlik ve sosyal kapsayıcılık değerleri altında şekillendi.

Bir sonraki öncelikleri, öğretmenler için üniversitelerde mükemmel bir mesleki eğitim programı yaratmaktı.

Günümüzde ülkedeki gençlerin büyük bölümü, tıp ve hukuk gibi çok istenen bölümlerin de üstüne öğretmenlik mesleğini koyuyor.

Toplumda katılımcılık

1990'larda eğitim yeni bir devrime sahne oldu.

Devlet, sadece eğitimciler değil ebeveynler, siyasetçiler ve özel sektör temsilcilerinin oluşturduğu sendika ve dernekleri yardıma çağırdı.

Sahlberg, bu dönemde sivil toplumun hızlı ve derinlikli bir sistem dönüşümünde rol oynadığını belirtiyor.

Nitekim Peruskoulu'yu 90'ların sonunda matematik, fen bilgisi ve okuduğunu yorumlama gibi alanlarda dünya liderliğine taşıyan da bu katkılardı.

2001'de Finlandiya, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'nün (OECD) "Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı" PISA'da tüm alanlarda dünya sıralamalarının tepesindeydi.

Eğitime yatırım da ülkede ekonomik kalkınma ve yoksulluğun önüne geçmek için lokomotif görevi görüyor.

Eşitlik beşikte başlıyor

Finlandiya'da 1970'lerden itibaren refah devleti kök saldıkça, dev bir sosyal yardım ağı kuruldu.

Bugün gelir sahibi kişi başına vergi oranı yüzde 51,6 ama bu ülkenin Birleşmiş Milletler tarafından dünyanın en mutlu ülkesi seçilmesine engel olmadı.

1930'ların sonunda hamilelere 50 basit bebek bakım malzemesinden oluşan yardım paketleri verilmeye başlandı.

Böylece sosyal sınıftan bağımsız olarak her çocuk hayata eşit başlayabiliyor.

Ayrıca bebek doğduğunda anneye 105 iş günü, babaya da 54 iş günü izin veriliyor.

Böylece çocuklar ilk yaşını aileleriyle yakın temas içinde geçiriyor.

Ebeveynlerden biri evde çocukla kalmayı tercih ederse devlet o kişiye ayda 450 euro destek veriyor. Çocuk üç yaşına gelene kadar anne de baba da işe dönme hakkına sahip.

Mesleğe geri dönünce de devlet desteği ile iş yükleri azaltılıyor.

İşe dönenler için sübvanse edilmiş özel bebek bakım merkezleri mevcut.

Düşük gelirli aileler bakım merkezlerine para vermiyor.

Hane gelirine göre değişmekle beraber en yüksek aylık ödeme 290 euro.

Finlandiyalı çocuklar 6 yaşında bedava anaokuluna başlıyor.

Amaç, basit yetenek ve bilgileri edinmelerini sağlamak ve onları okula hazırlamak.

Üniversitelerden teknik ve mesleki eğitim kurumlarına yükseköğretimde de herkes için eşitlik anlayışı devam ediyor.

Yani anaokuldan doktoraya kadar eğitim parasız.

"Finlandiya halkı, sadece kendi yaşamları değil, başkalarının yaşamlarını da öne çıkaran bir ortak sorumluluk duygusuna sahip.

"Çocuğun bakımı ve refahı için çabalar, daha doğumdan önce başlıyor ve yetişkinliğine kadar uzanıyor. Çocuk yuvaları gibi temel hizmetler, herkese eşit ve ücretsiz olarak sunulan bir hak.

Finlandiya eğitimi kamu yararı olarak görüyor bu yüzden de anayasasında temel bir insani hak."

Eğitim Uzmanı Pasi Sahlberg

 Claudia Wallin, BBC Mundo, 25 Eylül 2018

 https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45626450

Yazmak Zorunda Kaldığım İçin

    Yazmak Zorunda Kaldığım İçin:

    Bu yazıyı yazmak zorunda kaldığım için çok üzgünüm. 

Ahirete intikal etmiş bir insanın siyaset anlayışına dikkat çekerken onun hakkında olumsuz şeyler yazmak zorunda kaldığım için üzgünüm. 
Yazacaklarım ona gönül vermiş, saygı duyan, hürmet besleyen insanları muhtemelen incitecek, üzecek, bunun için üzgünüm. 

Sonradan; yanlış, saçma, ülkeye yarardan çok zarar verici olduğunu anladığım, Erbakan Hoca ile beraber oluşan o gençlik hayallerimi, onlar uğruna harcadığım zamanları, emekleri, yaşanmamış aşklarımı, kıymeti bilinmemiş, heba edilmiş gençliğimi, bu hayaller peşinde koşarken ihmal ettiğim çocuklarımı ve bütün bunların hayatımda neden olduğu tahribatı ve o tahribatın yarattığı acıyı yeniden duymak dahası artık bütünüyle kurtulmak istediğim keşkelerimi, iç çatışmalarımı, iç hesaplaşmalarımı yeniden hatırlamak, yaşamak, hissetmek zorunda kaldığım için de çok üzgünüm. 

Sadece benim duyduğum acıları değil, rahmetli Erbakan’ın yarattığı bu hayaller peşinde koşarken gençliğini heba etmiş, bunun uğruna hayatı yaşamayı, çocuklarıyla vakit geçirmeyi ıskalamış, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma bakıp büyük bir hayal kırıklığı yaşayan, bilmeden katkı verdiği bu yıkımın acısını yüreğinde duyan milyonlarca insan var, onlar için de çok üzgünüm. 

Erbakan Hoca ile kişisel olarak tanışmış, erken gençlik yaşlarında ona büyük hürmet, saygı duymuş, dahası onun evinde, onunla günlerce baş başa sohbet etmiş, bir kısım eleştirilerini, öfkelerini, yaşadığı hayal kırıklıkları onun yüzüne karşı söylemiş, bu nedenle de onun arkasından konuşmamaya özellikle dikkat eden biri olarak bu yazıyı yazmak zorunda kaldığım için de çok üzgünüm.

Yazmak zorundaydım çünkü ülkemizin şu günlerde yaşadığı bu karanlıktan, içine düşürüldüğü bu girdaptan çıkış yolunu bulmak için her şeyi açıklıkla konuşmak ve doğru tavrı, tutumu, yaklaşımı geliştirmek zorundayız.

Tam olarak neyle mücadele ettiğimizi, neyin mücadelesini verdiğimizi, dahası ülkenin içine düşürüldüğü bu girdaptan çıkabilmek, benimsememiz gereken yaklaşımları netleştirmek için bu konuları yazmak, konuşmak zorundayız. 

Asıl konuya geçmeden önce özellikle altını çizeyim: Evet uzlaşmadan yanayım, evet demokrasiden, eşitlikten, adaletten, toplumsal bütünlükten, farklılıklarımızı koruyarak bir arada durmaktan, dahası muhalefetin bir araya gelerek acil olarak güçlü bir demokrasi ittifakı kurmasından yanayım. 

Fakat uzlaşmanın yanlışta değil demokraside, adalette, eşitlikte, özgürlükte, liyakatte ve ülkemiz için hayati değerdeki özgürlükçü laiklikte olması gerektiğini düşünüyorum.

Şimdi geleyim asıl konuya. 

Muhalefet parti liderleri tam kadro olarak Erbakan Hoca’nın 10’uncu ölüm yıl dönümü anma toplantısına katıldı.

Yapılan konuşmalar, edilen sözler, Erbakan’a düzülen övgüler, verilen pozlar…

Bütün bunlara bakınca, “Muhalifler olarak biz tam olarak neyin mücadelesini veriyoruz” demekten kendimi alamadım.  

Muhalefet partilerinin Erbakan’ı anma toplantısına katılmasının, birlik fotoğrafı vermesinin asıl amacının uzlaşma kültürünü pekiştirmek olduğundan dahası iyi niyetle yapıldığından zerre şüphe etmiyorum. 

Ama biliyoruz ki “Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” 

Esasında o anma toplantısında beni rahatsız eden şey, muhalefet liderlerinin toplantıya katılımından daha çok konuşmalarda edilen sözler ve o konuşmaların ruhuna sinmiş sorunlu bir siyaset anlayışının tezahürüydü.

Hem Erdoğan’ın ve onun siyaset anlayışının ülkede yarattığı tahribattan şikayet edip hem de bu siyaset anlayışının asıl kurucu lideri, Erdoğan’ın da hocası Erbakan’a övgüler düzmek bana göre hem samimiyet sorunu taşıyor hem de ülkedeki asıl sorunun görülmesini engelliyor.

Erbakan’a övgüler düzmek asıl sorunun belli bir siyaset anlayışı olduğu gerçeğinin toplum tarafından fark edilip kabul edilmesini ve bu siyaset anlayışının ülkeye verdiği zararın asıl kaynağının kavranmasını engeller.

Bu ülkede yaşanan siyasal sorunun asıl kaynağı kişiler ve onların yanlış uygulamaları değil, belli bir siyaset anlayışıdır. 

Yani bugün ülkenin içinde bulunduğu durumun nedeni Erdoğan değil, onun benimsediği siyaset anlayışıdır.

Yani inancın siyaset malzemesi yapılmasıdır.

Dava idealinin demokrasi, adalet, özgürlük gibi evrensel değerlerin önüne konulmasıdır. 

Toplumsal barışı sağlayan özgürlükçü laiklik anlayışının tahrip edilmesidir.

Ahlakın yerine konan inanç anlayışının toplumsal çürümeyi daha da hızlandırmasıdır. 

Ümmet, İslam Dünyası denilen tam olarak ne olduğu, kim olduğu bilinmeyen afaki bir topluluğun yararını ülkedeki bireyin, vatandaşın, toplumun yani Türkiye’nin yararından daha öncelikli gören siyaset anlayışıdır. 

Toplumsal bütünlüğü tahrip eden, liyakati bütünüyle devre dışı bırakan dini inanç temelli, ümmet bilinci çerçevesindeki ‘biz ve onlar‘ ayrımına dayalı yönetim anlayışıdır.

Akla, bilime önem veren özgür bireyler yerine esas amacının dindar nesil yetiştirmek olduğunu söyleyen ve eğitim sistemini bu çerçevede düzenleyen siyaset anlayışıdır. 

Dindarlıktan anlaşılanın da ahlaktan, dürüstlükten, nezaketten uzak, içi boşaltılmış bir din anlayışıdır. 

İşte bütün bu siyaset anlayışının fikir babası, kurucu lideri, hocası ve bugün bu siyaset anlayışını uygulayan kişileri yetiştiren, eğiten kişidir Erbakan.

İnancı ideoloji haline getiren kişidir Erbakan.

İnanç esaslı ‘biz ve onlar‘ ayrımını her ortamda kullanan ve bunu toplumun zihnine işleyen kişidir Erbakan.

Anadolu Müslümanlığını ideolojik siyasi bir davaya dönüştüren, bu yaklaşımla tertemiz inancımızı toplumu ayrıştırıcı bir değer haline getiren daha doğrusu bu anlayışın ülkede büyümesini sağlayan kişidir Erbakan. 

İnanç temelli siyaset anlayışının filizlenip kök salmasını sağlayan kişidir Erbakan.

Dindar insanların zihninde demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi değerlerin yerine itaat kültürüne dayalı bir anlayışın yerleşmesini sağlayan kişidir Erbakan

Ahlaki sorun taşıyan yaklaşımları, tercihleri, yöntemleri ‘dava için‘ diyerek meşrulaştıran bu yolun dindarlar tarafından bir kültür haline getirilmesini sağlayan kişidir Erbakan.

Ümmet bilinci diyerek Rabia’nın Berkin Elvan’dan daha kıymetli görülmesine neden olan bu anlayışın yaygınlaşıp büyümesine liderlik eden kişidir Erbakan. 

İstismara dayalı katı laiklik anlayışını düzeltmek, mücadelesini bunun için vermek yerine dindar insanların laikliğin kıymetini anlamasını engelleyen, milyonlarca insanın bu değere karşı bir anlayışla yetişmesini sağlayan kişidir Erbakan.

Evet, bu ülkede, “Gericilikle mücadele ediyoruz” diyerek dindarları toplumsal hayatın dışına atmaya çalışanlara karşı bu insanların toplumsal hayatta var olması için büyük bir mücadele sürdürdü. 

Bu konuda hakkı inkar edilmez bir başarı da elde etti.

Fakat bütün bu mücadeleyi verirken o kadar yanlış bir yöntem uyguladı ki milyonların yaşamına, hayatına olumsuz etki edecek bir anlayışın büyümesine neden oldu. Dahası mücadelede benimsediği siyaset anlayışıyla temsil iddiasında olduğu inancımıza o kadar büyük zararlar verdi ki bugün geldiğimiz noktada “Erbakan özelde dindar kesime, genelde Türkiye’ye yarar mı sağladı zarar mı verdi” sorusunu insan kendisine sormadan edemiyor. 

Durum bu kadar netken Erbakan’ı anma toplantısına gidip Erbakan’a övgüler düzüp onun siyaset anlayışını uygulayan Erdoğan’dan şikayet etmek hiçbir anlam ifade etmiyor.  

Anma toplantısına katılan muhalefetin yanılgısı 

Muhalefet liderlerinin Erbakan’ı anma toplantısında sergilediği tutumun diğer bir sorunlu yanı ise toplumun büyük çoğunluğunun dindarlık refleksiyle oy verdiği yanılgısına inanan ve söylemlerini bu yanlış algıya göre ayarlayan ve bu algıya teslim olmuş bir ruh haline bürünmüş olmaları.

Bütün araştırmalar bize gösteriyor ki Türkiye’de dindarlık refleksi ile oy verenlerin oranı yüzde 20’leri geçmiyor.

Zaten Erbakan da 40 yıllık siyasi hayatında en yüksek yüzde 21 oy alabilmişti. 

Ondan ayrılan Erdoğan ve arkadaşları, “Erbakan’ın giydirdiği Milli Görüş gömleğini çıkardık, biz artık laiklikten yanayız, muhafazakar demokratız” diyerek yola çıktı ve ancak bu söylemle oylarını artırabildi.

Erdoğan oyunu artırmak için, “Biz de laiklikten yanayız, demokratız” demek zorunda kalmışken 20 yıl sonra muhalefet tam tersine muhafazakar değerlere vurgu yaparak oy alabileceğini sanması bana göre hem büyük bir yanılgı hem de Erdoğan’ın mevcut siyaset anlayışını meşrulaştıran bir işlevi var. 

Türkiye’de böyle bir seçmen profili olsaydı, yani seçmenin büyük çoğunluğu dini duygularla siyasi tercihte bulunuyor olsaydı Saadet Partisi’nin oyu yüzde 1 olmaz, yine o gelenekten gelen Deva ve Gelecek Partisi’nin oy oranları bunca olup bitene rağmen yüzde 1/2 bandında kalmazdı.

Bütün araştırmalar bize gösteriyor ki kararsız, “Hiçbir parti” diyen seçmen oranı neredeyse yüzde 25’lere varmış durumda.

Bu seçmenler ne Saadet Partisi’ne ne Deva’ya ne de Gelecek Partisi’ne gidiyor. 

Hal buyken muhalefetin bu tür bir siyaset anlayışına prim vermesinin izah edilir bir tarafı yok.

Bu siyaset anlayışına prim vermek, bunun ülkede genel geçer bir yaklaşım olduğuna inanmak Erdoğan’ın siyaset anlayışının ülkedeki siyaset alanının çizgilerini belirleyici tek faktör haline geldiğini gösteriyor. Ve bunun giderek nasıl bir daralmaya yol açacağını görmek gerekiyor.

Saadet’e, Deva’ya, Gelecek’e bile gitmeyen yüzde 25 kararsız seçmen dururken, dahası dini duygularla siyasi tercih belirlemeyen yüzde 80’den fazla bir seçmen kitlesi varken bütün partilerin ille de o yüzde 20’ye göz dikmiş olması, onların dikkatini çekecek söz ve yaklaşımlara prim vermesi hakikaten çok tuhaf.

Muhalefetin dindar değil demokrat ve özgürlükçü olması gerekiyor.

Ülkeyi yönetebilecek güçte ve iradede olduğuna toplumu inandırması gerekiyor.

İnançlara, giyimlere, yaşam tarzlarına saygılı farklılıkları zenginlik gören bir anlayışı bütünüyle benimsemesi gerekiyor.

Dini değerlere vurgu yaparak, dindar kesime şirin görünmeye çalışarak değil, tam tersine o seçmene de laikliğin onların inancını korumada tek güvence olduğunu, bu tür inanç istismarına dayalı siyasetin ülkeye/inanca verdiği zararları anlatacak ve geçmişten günümüze sürdürülen inanç, kimlik, mezhep ayrımlarını ortadan kaldıracak, bu ayrımların neden olduğu yaraları saracak bir yaklaşım ve söylem geliştirmesi gerekiyor.

Toplumun bütün kesimlerini mutlu edecek yeni bir Türkiye hayali gerçekleştirmesi gerekiyor.

Uzlaşma demek toplumun bir kesiminin yanına gitmek, onları yüceltmek değil, toplumun bütün kesimlerinin, siyasi aktörlerinin demokrasi, eşitlik, adalet, liyakat ve herkes için huzurlu, mutlu bir ülke ideali etrafında olmasıdır. 

Bunu sağlamak için de cesarete, samimiyete, açıklığa dürüstlüğe ve ilkeli olmaya ihtiyaç var.

Değerlerden, ilkelerden uzak toplumun bir kesiminin hassasiyetine gereğinden fazla öne çıkarıldığı bir uzlaşma hem topluma inandırıcı gelmeyecek hem de Erdoğan karşıtlığı algısından kurtulamayacaktır. 

Türkiye’nin Erbakan’ı da Türkeş’i de Demirel’i de Ecevit’i de aşacak, onların bu ülkede açtığı yaraları tamir amaçlı, daha aydınlık, daha demokrat, daha barışçı bir siyaset anlayışına ihtiyacı var.

Muhalefet bu yeni siyaset anlayışını ortaya koyamadığı için bugün kararsızlar ikinci büyük seçmen grubu haline gelmiş durumda.

Kararsız seçmen dindar refleksle hareket etseydi mevcut muhafazakar partilerden birine giderdi.

Gitmediğine göre…? 

28.02.2021,

LEVENT GÜLTEKİN

acikcenk@gmail.com

http://www.diken.com.tr/bu-yaziyi-yazmak-zorunda-kaldigim-icin-cok-uzgunum/?fbclid=IwAR1CS5Zbe-UuaMQODh1tgtKWonfwXRx7ce_TrS_Tj5dUqwkyLEFzyoVfxw8

VIDEO:

https://www.facebook.com/Leventgultekin/videos/217143230146269



22 Şubat 2021 Pazartesi

İslam dünyası ‘Ey insanlar’

 İslam dünyası ‘Ey insanlar’ deme yeteneğini yitirdi

.    Dücane Cündioğlu: 12.12.2015 

Bugünlerde hava kurşun gibi ağır... İslam dünyası, tarihinin en büyük krizini yaşıyor. Amerika, Müslümanları ülkeye sokup sokmamayı tartışıyor. Ortadoğu mezhep kavgasına teslim. Bir yandan Putin, Türkiye’den intikam almak için tetikte bekliyor...

“3. Dünya Savaşı çıkar mı” sorusu artık gülüp geçilen bir şey değil. Ve insanlığın birlikte yaşama kültürü, yaşama sevinci yara alıyor.

Bu küresel krizi derinlikli biçimde anlamak için Batı’yı da Doğu’yu da tanımak gerekiyor. Hatta iki kültürü birden içinde taşımak...

       Düşünür Dücane Cündioğlu’nun Büyükada’daki evindeyiz.

       Girişteki duvarda Kuran’dan sureler de var; Eski Yunanca ‘Akademia’ tabelası da...

Rusya, jet krizi, IŞİD... Ne diyorsunuz hocam, dünyanın sonuna doğru emin adımlarla ilerliyoruz galiba...
- Ne yazık ki durum çok ciddi. İşin üzücü yanı, Türkiye bu cehennemin tam da ortasında.

Yıllar önce Bill Clinton, “21. yüzyılda dünyanın kaderini Türkiye’nin tavrı belirleyecek” diye uyarıda bulunmuştu.

Ben de “3. Dünya Savaşı’na giden yolda Türkiye’nin tavrı ne olacak?” başlıklı bir yazı kaleme almıştım.

Geçen 16 yıl içinde Türkiye’nin tavrını gördük, umarım daha da kötüsünü görmeyiz.
Bölgede Suudi Arabistan, Katar ve biz; karşımızda ise İran, Esad, dışardan Rusya ittifak kurmuş görünüyor. Bu kamplaşma dini ve tarihsel olarak kaçınılmaz mı?
- Hiç kuşkunuz olmasın. Selefiler (Araplar) ile Sünniler (Türkler) bir tarafta, Şiiler (İranlılar) ise karşı tarafta.

Sünni Kürtlerin durumuysa ikircimli.

Konjonktür değişse de Mezopotamya’nın yazgısını daima coğrafya belirlemiştir.

Etnik ve dinsel ayrımlar da ne yazık ki bu yazgının bir parçası.

İş dönüp dolaşıp dine geliyor.

Terör örgütleri tamamen dini iddialarla ortaya çıkıyor.

Kuran şiddeti onaylar mı?
- Dini metinler değişik koşullarda değişik biçimlerde yorumlanır.

Hz. İsa her ne kadar şefkat ve merhametin timsali bir sevgi peygamberi olsa da kilise bu imgeyi İncil’deki şiddet öneren pasajlar ışığında yorumlamaktan kaçınmamıştır.

Haçlı Seferleri’ni organize eden bilinç gerektiğinde Kitab-ı Mukaddes’i savaşı destekleyecek şekilde yorumlarken, başka koşullarda merhamet, şefkat ve hoşgörüyü öne çıkarmıştır.

Bu durum Kur’an-ı Kerim için de söz konusudur.

Metinler kendi kendine konuşmaz, konuşturan insandır.

Yorumlayan bilinçtir.

İslam dünyası aynı yüzyılda İbn Teymiye’yi de çıkarmış, İbn Arabi’yi de.

Tümüyle karşıt iki yorumcu.

Hangisi gerçek İslam?
KURAN-I KERİM’DEKİ YASAKLAR 5-10 MADDEYİ GEÇMEZ
Uzlaşmacı akımlarda reformist bir çaba var mı?

Yorumlama, yumuşatma gibi...

Dini metinleri kafamıza göre değiştirebilir miyiz?
- Gelenek bunu yapmasa hiçbir din günümüze ulaşamazdı.

Kutsal metinler değişmez ama güncellenir.

Değişen koşullara yorumun gücü sayesinde ayak uydururlar.
Hep yapılmış mı bu?
- Elbette.

Dini hukukun yüzde 90’ı en nihayet asırlar içinde ulemanın yaptığı incelikli yorumlardan ibarettir, yoksa Kuran-ı Kerim’deki yasaklar 5-10 maddeyi geçmez.

Ancak 18-19. yüzyıllarda İslam dünyası kendisini güncellemeyi, inançlarla dünya bilgisi arasındaki irtibatı tam anlamıyla kurmayı beceremedi.

“Hırsızın elini kesin” buyruğu ulema tarafından nasıl tatbik edilmiştir?

Uygulanmayarak.

Caydırıcı, psikolojik bir araç olarak. İslam tarihinde eli kesilen hırsız sayısı yok denecek kadar azdır.
Peki “Bunlar dinden saptı” diyenlere nasıl cevap veriliyor?
- Kuran’da Allah’ın elinden, gözünden söz edilir.

Allah’ın dünya semasına ‘indiğine’ dair rivayetler vardır.

Çoğu âlim bu ifadelerin zahiren anlaşılmasını aşırı yorum olarak kabul etmiştir.

Çünkü üç boyutlu bir cisim gibi hareket etmek Tanrı’ya yakıştırılmaz.

Cisimler çürür, yok olur.

Bu ifadeler mecaz olarak görülmüş, ama “kutsal metinde böyle diyorsa böyledir” denmemiştir.

Hem akla uygunluk hem de toplumun maslahatı dikkate alınarak sadece hukukta değil, inanç ilkelerinde bile yorumlar sürekli güncellenmiştir.

Modern döneme kadar...
Modern dönemde neden durmuş?
- 15. yüzyılda İstanbul’u fetheden, 17. yüzyılda Viyana kapılarına dayanan güç ideolojik dayanaklarından hiç şüphe etmedi, ama barutlu tüfekler, Amerika’nın fethi, Atlas Okyanusu’na açılan Avrupa ve ardından gelen sürekli yenilgiler kuşkuya yol açtı, bir ideolojik yetersizlik duygusuna...

Çağın koşullarına entegre olmak zayıflığın onaylanması olarak algılandığından direnç ve ayrışma isteği kemikleşti.

Bu ergence bir tepkiydi.

Eziklik şiddete dönüştü.

Kuran “Ey insanlar!” der; çünkü iddiası itibariyle tüm insanlara gönderilmiş bir kitap!

Ne yazık ki İslam dünyası bu geri çekiliş sürecinde “Ey İnsanlar!” deme yeteneğini yitirdi, ister istemez sadece “Ey iman edenler!” hitabının sınırları içinde kaldı.
Eskiden evrensel bir yaklaşımı mı vardı İslam’ın?
- Hem de nasıl.

Salt kendi insanına değil, doğrudan insana hitap eden özenli bir dili vardı:

Dervişane, birleştirici bir dil.

Osmanlı’nın tarihsel zemini bu 13-14. yüzyıl zeminidir.

Ellerinde tefler, kudümler, ut çalan, kulaklarında küpe, boyunlarında halkalar, yalınayak, saçlarını kazıtmış nice uyumsuz zekânın toplumu şenlendirdiği bir dönem.

Dilenen, hatta kıtlık dönemlerinde halka yiyecek dağıtmak için örgütlenen insanlar komünal yaşantı alanları kurdular.

Halk o katılaşma, kutuplaşma yıllarında bu alanların içinde nefes aldı, müslim-gayrimüslim ayrımları zayıfladı.

İlk fırsatta İslam dünyası yine bu refleksi verecektir.
KİMSE YÜZDE 92’Yİ UNUTMASIN
Paris saldırıları, Charlie Hebdo, Danimarkalı yönetmen, Salman Rüşdi’ye ölüm fetvası...

Neden kutsallara dokunulduğunda öldürme refleksi ortaya çıkıyor?

Dini temeli var mı?
- Tanrı değil, asıl peygamberlik söz konusu olduğu zaman insan devreye girer, bilhassa insani ilişkiler, toplumsal duyarlılıklar.

İslam dünyasının kendi kimliğini koruyabilmek için sığınabileceği birleştirici başka bir merkezi şahsiyet mi var?

İster istemez bu konudaki eleştirileri varlığının temeline yönelmiş acımasız bir saldırı olarak algılıyor.
Duvarlarında Meryem Ana ya da Hazreti İsa resmi olmayan bir Katolik evi bulamazsınız.

Onlar için de kutsal figürler.

Charlie Hebdo’da onlarla da ilgili yayın yapıldı.

Hıristiyanlar neden öldürmüyor kimseyi?
- Değerler alanında hiçbir inanç sistemi sözde-hoşgörü üzerinden aklanamaz.

Hz. İsa İslam dünyası açısından bir insandır, bir peygamberdir ama Hıristiyan dünyası için Tanrı’nın insan suretindeki belirlenimidir, yani hem insandır hem tanrıdır, son peygamber ise sadece insandır, bizim gibi bir insan.

İslam dünyasının üzerine titreyeceği, titizleneceği daha üst bir değer mi var?
Peki ne olacak?

“Biz istediğimizi çizeriz” diyor adam.

Sosyal medya var. O olmadı, öbürü yapacak.

Herkesi öldürecekler mi sonsuza kadar?
- İslam dünyasında şu anda karşılaşılan şiddet geleneksel duyarlılıkların modernleşmiş bir ifadesi: Modern şiddet!

Geleneksel değerlerine bağlı halk, Anadolu halkı bu tür tepkiler verir mi?
Anadolu’da bir dergi bunu yapsın, verebilir bana sorarsanız...
- Hürmet karşılıklıdır.

Bir Buda heykeline yapacağınız saygısızlığı da Hintliler affetmez.

Hindistan’da bir inek kesip kızartma yapın bakalım size ne tepki verecekler?

“Ne canım, alt tarafı biftek yiyoruz” diyemezsiniz.
Hindu teröristler Paris’te biftek yiyen insanları öldürse onları anlayışla mı karşılayacağız?
- Şiddetin her türlüsüne karşı çıkmalıyız, bilhassa örgütlü şiddetin ama özellikle devlet şiddetinin. Walter Benjamin’in ‘kurucu şiddet-koruyucu şiddet’ ayrımının yanı sıra, benim, ‘nedensiz şiddet’ olarak adlandırdığım bir başka durum daha var:

Şiddet olarak şiddet, var oluşsal şiddet.

Tümüyle irrasyonel, nedensiz şiddet.

Sorun da burada, İslam dünyası tam da böylesi bir şiddetin içine itiliyor, ne kurucu ne koruyucu, sadece var oluşsal bir ifade aracı olarak kör bir şiddetin içine.
Devletleşmek, hilafet kurmak amacıyla yapmıyor mu?
- İslam savaş hukukunda kadınlar, çocuklar, masumlar öldürülmez.

Savaşanla savaşırsın.

Savaşmayanla savaşmazsın.

Ortaçağ savaş hukukundan söz ediyoruz.

Her örgüt, bir bölgede hâkimiyetini kurarken, yoğun ve acımasız, irrasyonel bir şiddet uygular. “Burada artık ben varım, burası benden sorulur” demek ister.

Amacı yine kendisidir:

Şiddet olarak şiddet, yani dehşet.

Sözün özü hiçbir İslam âlimi atom bombası atılsın diye fetva veremez.
AHMET DAVUTOĞLU KENDİ OLMAYI BAŞARABİLİRSE...

Bu gergin atmosferde Türkiye’nin başında kutuplaştırıcı söylemler kullanmakta pek ürkek davranmayan bir iktidar olmasını nasıl görüyorsunuz?
- Olumsuz tarafı çok konuşuldu, dilerseniz biz biraz da olumlu tarafından bakalım.

Çünkü yaşamı sürdürebilmek için umut etmek zorundayız.

Birkaç ismi hatırlayalım.

Önce eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Mehmet Ali Şahin, belki şimdi dışarıda kaldı ama Bülent Arınç, ve bilhassa Ahmet Davutoğlu.

Bu ve benzeri isimlerin kendileri gibi davranmayı becerebildikçe ayrıştırıcı, dışlayıcı, kutuplaştırıcı dilden uzak durma kapasitelerinin bulunduğunu pekâlâ söyleyebiliriz.

Diğerleri de ister istemez daha kapsayıcı, daha kuşatıcı bir dil kullanmayı öğreneceklerdir.

Taşra siyasetçilerini ciddiye almamalı; arka planda bu demokratik özeni üstlenecek siyasal potansiyeli var AK Parti’nin.
Ama oyunun dışında kaldılar...
- Olsun, oyun yine de devam ediyor.

Bu yüzden kendi olmayı başarabilirse, Ahmet Davutoğlu’nun taşıdığı birikim sayesinde böyle bir yöne evrilebileceğini şahsen umut etmek istiyorum.

Çünkü Türkiye’de inanan insanlar içinde farklı değerlere müsamaha gösterebilecek sessiz ama güçlü bir zeminin olduğunu biliyorum.

Bu zeminin kendisini ifade edebilmesi için olağanüstü hal psikozundan, varoluş-yokoluş modundan çıkması gerekiyor.

Tarihteki zengin deneyimleri de hatırlayarak Türkiye adına böyle bir geleceği en azından umut edebileceğimize inanıyorum.
Geçmişte başarıldı mı bu?
- Olmaz mı?

Umudumuzu zaten geçmişten devşiriyoruz.

İslam dünyası farklı kültürlerle kaynaşabilme yeteneği sayesinde antik felsefe ve bilim mirasını alabilmiş, hazmedebilmiş, ustalarını çıkarabilmiş.

Aristoteles’in neredeyse bütün eserleri çevrilmiş.

Euclides, Ptoleme, Hipokrat, Galen vs.

Ama Haçlı Seferleri ve Moğol saldırıları, kıtlık ve veba salgınları bu ortamı darmadağın etmiş.

İslam’ın doğusu kan gölüne dönerken, garip bir biçimde İslam’ın batısında, Endülüs’te bambaşka bir uygarlık havzası ortaya çıkmış.

İslam dünyasının Altın Çağ’ından söz ediyorsunuz...
- Endülüs İslam uygarlığının istisnai bir parçası olarak görülür.

Bu doğru değil.

Bağdat gibi, Kurtuba, Gırnata, Sevilla, Toledo kozmopolit bir başarıdır.

Başarı, farklı unsurların yan yana durabilmesiyle mümkün olmuştur, tıpkı 18-19. yüzyıl İstanbul’u gibi.

Osmanlı çökmeye yüz tuttuğunda ne yazık ki ayrıştırıcı koşullar bu birliktelikleri tuzla buz etmiştir.
Ya bugün?
- Umut insanın özü.

Her şeye rağmen umut var.

Geçen birkaç talebe Fransız Saint Pulchérie Lisesi’nde bir oyuna davet etti, Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ı oynanıyordu.

Salonun en az üçte biri dindar gençlerdi.

Contemporary Art’ta, Sabancı Müzesi’nde de aynı durum geçerli.

Bienal’e, İstanbul Modern’e, İKSV’nin Film Ekimi’ne gidin, bakın ısrarlı müdavimleri arasında kimleri göreceksiniz?

İttifaklara, etkilemeye ve etkilenmeye açık, şehrin ortak havasında soluk alıp veren, belki politik temsil gücü az ama kültürel düzeyi yüksek çok sayıda insan var bu ülkede.

Sufiler de politik olarak güçlü değildiler ama toplumsal dokunun üst düzeyini onlar belirliyordu.

Allah korusun, İstanbul’da bir deprem olsa, devletin yapacakları mı belirleyici olur, halkın mı? 17 Ağustos’ta gördük.

Herkes kötü günlerde birbiriyle kaynaşmayı becerdi.

SERTLİK VE AĞIRLIKTAN ÇATLAYACAĞIZ NEREDEYSE 

Bu toplum nasıl barışır?

Ciddi psikolojik travmalar yaşatıldı topluma.

Kabataş’ta bir kadına cinsel taciz iddiaları vs.

Bu tür yalanlara muhafazakârlar neden tepki vermiyor? 
- Ne yazık ki özellikle sağcı iktidarlar açısından toplumun çok hassas olduğu ortak değerlere ilişkin manipülasyon hamleleri her zaman işe yaramıştır.

Oysa bizim hatırlamak kadar unutmaya da ihtiyacımız var.

Gerçekte tarihi inşa eden hatırlama yeteneğimiz değil, unutma kapasitemiz.

Unutmak erdemdir, bir zayıflık değil.
Sağlıklı bir gelecek kurabilmek için belki de sahip olduğumuz en önemli yetenektir unutmak!

Siz iç dünyanızda neler yaşadınız bunlara tanık olduğunuzda? 
- Ömrünü adadığı değerlerin kötü temsillerinden bir insan ne kadar ısdırap duyarsa, o kadar ısdırap duydum. 
Sanırım İstanbul da sizin için bir ısdırap kaynağı...
- Hem de nasıl!

Bu ülkenin geleceği kararıyor.

Bu yanlış politikaların telafi edilemez sonuçlarını öngörebildiğim için ne zaman doğup büyüdüğüm şehre baksam acı çekiyorum.

Çocukken düşlerimde, İstanbul’daki bütün çirkin binaları yıktığımı, sonra düzenli şekilde onları yeniden güzelce inşa ettiğimi görürdüm, artık göremiyorum.

TOKİ binaları gibi telafi edilemez hatalar çok üzücü.

İstanbul artık bir daha geriye dönülemeyecek biçimde bitti.

Trafik problemi asla çözülemeyecek.

Bu çirkinlik asla güzelleştirilemeyecek.

Kalkınma filan derken insanı unuttuk.

Belki sözleri, davranışları unutabiliriz ama her gün içinde nefes aldığımız şu çirkinliği görmemeyi nasıl başarabiliriz? 

“100 yıl geriye gittik” dediniz telefonda. 
- Biraz daha fazla.
Neden?

- Yaşamak şimdiyle irtibat kurmak demek.

Bunun için önce yaşamı sevmek gerek, neşeye hak ettiği değeri vermek gerek.

Osmanlı’nın son döneminde neşemizi kaybetmiştik.

Cumhuriyet’te ise dünyayla ve ‘şimdi’yle irtibatımızı önemseyerek var olmayı sürdürdük.

Fakat 1980 sonrası o ayrıştırıcı nefret dili ‘şimdi’yle temas kurma kapasitemizi köreltti.

Oysa siyaset, halktaki irrasyonel dalgalanmaları daima kıvamında tutarak regüle eder, kendisinden de bu beklenir.

Ama aksine devlet kendi istikrarı için halkı istikrarsızlığa sürükledi.

İşte büyük gerileme budur ne yazık ki.
Bu hayat bizi sertleştiriyor mu?

Terör, kutuplaşma, vs. katı insanlar mı oluyoruz?
- Ona ne şüphe!

Sertlik ve ağırlıktan çatlayacağız neredeyse.

Çatık kaş milli hasletlerimiz arasına çoktan girdi.

Artık ne rindlerin sesi çıkıyor, ne kalender-meşrep zevatın.

Arif olan köşesine çekilip rıza lokmasıyla yetiniyor.

Bâki ne güzel demiş:

“Zahid ol sıklet ile uçmağa hazırlanma/

çıkar ol cübbe vü destarı biraz hiffet bul”.

Yani o ağırlıkla kanatlanamazsın, önce biraz hafifle.

Şu çok değer verdiğimiz makam ve mevkilerin ağırlığından kurtulsak biraz hafifleyeceğiz amma irfan ne yazık ki öyle kolay elde edilir hazinelerden değil.
Biz nasıl alt edeceğiz bunca kötülüğü?

Nasıl bir kavga verebiliriz?
- “Dualarımı kabul etmemesinden bildim ben onu” der Hz. Ali.

Belki kötülükleri alt edemeyiz ama erdemli olmakta ısrar edebiliriz.

Önce evimizden başlayacağız, kalbimizden.

İnsan arınmadıkça dünya arınamaz çünkü.

Ödevimiz önce insan, sonra insan, daima insan.

Aktif siyasete katılmayı hiç düşündünüz mü?

1933’te Heidegger’in yaptığı tarihsel yanlışa* benzer bir yanlışı yinelemek bana göre değildi, özellikle uzak durdum.

Ben bir düşünce adamıyım, sadece ülkem adına düşünüyorum, insanlık adına.

Aktif siyaset benim işim değil.

IŞİD’E KATILANLARIN RUH DÜNYASI:

YAŞAMDA BİR KARŞILIK BULAMAMA HALİ

IŞİD’in dayanak aldığı ‘Vahşetin Yönetimi’ diye bir kitap var.

Orada “Cihada katılan bilir ki şiddet, sertlik, terorizm, korkutma ve katliam mubahtır” deniliyor.

Dinde böyle bir şey var mı?
- Yorumu kimin ve niçin yaptığı önemli.

Oysa bizim hakkında konuştuğumuz ana sorun, İslam dünyasının bilinci değil, bilinç dışı.

Sözünü ettiğiniz dil, irrasyonel, çünkü duyusal ve duygusal.

Ortadoğu’da olup bitenleri ancak bir düş yorumcusu hakkını vererek yorumlayabilir.

İlgisiz, ilişkisiz, kopuk kopuk, muhayyileye dayalı fragmanların oluşturduğu bir düş ortamındayız.

Bu yüzden gerçek olguları değil, düşleri yorumladığımızın bilincinde olmalıyız, hatta bir kâbusu. Freud, “Hiçbir düş geleceği göstermez” der.

Düşler, gelecekten önce geçmişi analiz etmek için birer vasıta.

“Dün ne oldu?”nun yanıtı alınmadan hiçbir düş bugünden bakılarak yorumlanamaz.

Bin Ladin, “Siz hayatı ne kadar seviyorsanız, onlar da ölümü o kadar seviyorlar” demişti.

Bu ölüm tutkusunun açıklaması nedir?
- İşkence görmüş biri olarak diyebilirim ki işkence sırasında ölüm, bazen yaşamaktan sevimli gelir insana.

Ölüme bu denli sevdalanmanın nedeni insanca yaşama dair hiçbir umudun kalmaması.

Eşini, çoluğunu çocuğunu alıp IŞİD’e katılanların ruh dünyasında, ölümde bir karşılık bulmaktan çok yaşamda bir karşılık bulamama halinin belirleyici olduğunu düşünüyorum.

Neşenin yokluğu en temelde arzu yokluğuna dönüyor, arzu yokluğu haz yokluğuna,
haz yokluğu ise yaşamı sürdürme güdüsünün yara almasına.

Din sadece bu halin bir ifade aracı, kesinlikle asıl gerekçesi değil.

KİMSE YÜZDE 92’Yİ UNUTMASIN!

Paris saldırıları sonrası neden tek bir İslam ülkesinde kalabalıklar sokaklara çıkmadı?

“Biz bu değiliz” demedi?
- Savaş içindeyiz.

Belki üzücü, utandırıcı sahneler yaşıyoruz ama öte yandan yoksulluklar, sürekli yasakçı, korkutucu, ilkel yönetim tarzları altında büyüyen insanlar...

Örgütlü azınlıkların ses çıkarma gücü örgütsüz kitlelere göre daha yüksek.

Türkiye’de güya yüzde 8 IŞİD’i destekliyormuş ama kimse o kocaman yüzde 92’yi unutmasın!

Halkın uzlaşma, dayanışma yetenekleri göz ardı edilmemeli.

İnsan zor zamanlarda kötümser haklılık yerine, iyimser yanılgıyı tercih eder.
GEÇMİŞ BAĞDAT’TIR,KURTUBA’DIR, İSTANBUL’DUR 

“Uygarlıklar doğar, büyür ve ölür ve bir daha asla dirilmez” diye bir tweet attınız.

Ne demek istediniz?
- Dirilmiş bir uygarlık hatırlıyor musunuz?

Ölmüş bir şey ‘dirilmez’, ama yeni bir uygarlık ‘doğabilir’.

İslam dünyasının sorunu dirilmek değil, yeniden doğmak, yenilenmek!

Geçmişle irtibat kurma, o geçmişi kavrama, zaaflardan ders çıkarma demek yenilenmek ve bir ‘şimdi’ içinde o değerleri farklı bir biçimde yeniden üretmek demek.

Geçmiş Bağdat’tır, Kurtuba’dır, İstanbul’dur.
Bağdat’ı, Endülüs’ü hedefleyen yok gibi...
- Hiç kuşkusuz bunlar saf entelektüel arzular, yoksa adına İslamcılık denen içi boş tepkiselliğin böyle bir derdi yok.

En büyük sorunları, ‘şimdi’ye ait olanı kavrama yetersizlikleri.

‘Şimdi’yi düşman görüyorlar.

Olumlu yönüyle anı yaşadıklarında kendilerini kuşatan çerçeve tümden işe yaramaz hale geliyor. Hüzün ve teselli işe yararken, neşe devreye girdiğinde, yaşamla temas başladığında, işte o zaman sorun çıkıyor.
Arada kalıyor yani...
- Sultanbeyli’de, Gazi Mahallesi’nde, Ümraniye’de yaşayan çocuğun inanç dünyası belki onun mahrumiyetlere katlanmasını sağlıyor ama yaş ilerledikçe, diyelim ki bir gün Taksim’de içini neşe kaplayınca, elindeki dar çerçeveyle bu yeni deneyimler arasında çatışma başlıyor.

Kışın Ağrı Dağı’nda okuduğunuz şiirleri yazın Bodrum’da okuyamazsınız.

Şehir dönüştürür.

1.5 milyarlık bir İslam dünyasında tek bir sağlıklı demokrasi yok.

Türkiye az çok örnek gösterilirdi, bizim de halimiz ortada.

Değişir mi bu tablo?
- Tarihsel değişmeler bir çırpıda gerçekleşmiyor. Kilisenin alt edilmesi, aydınlanmanın ortaya çıkışı kolay olmadı. Büyük bedeller ödendi. Ama insan dünyayı bilme, anlama, yorumlama konusunda akla güvendi ve meyvelerini aldı. Şimdi başkaları da bu deneyimden yararlanıyor. Eldeki verilerden hareketle sadece analizle yetinseydik belki daha karanlık bir tablo çizerdik, ama bu sefer bir parçamızı da kenarda bırakmış olurduk. Bir parçamızı, yani sürekli düşünce ve sanat aracılığıyla zenginleştirebildiğimiz hayal kurma gücümüzü. İnsan hayal ettiği, edebildiği kadarıyla önünü görür. Daha özgür ve
kardeşçe bir dünyayı umut etmekten neden vazgeçelim?
Demin ‘kiliseyi alt etmesi’ dediniz.

Daha kardeşçe bir dünya için dinin toplumsal yaşamda ‘alt edilmesi’ mi gerek?
- Dinin evrensel yorumlarının değil ama tarihsel yorumlarının terk edilmesi, o din için sıhhat işaretidir. Hıristiyanlık hâlâ Batı’da aile değerlerini temin ediyor, ama kilise siyasetin dışında.

Sınırlarını biliyor.

Türkiye’de de Diyanet İşleri Başkanlığı kültürel bir kurum ve güya siyaset dışı.

Kim ne derse desin, insanın aklına, yasa koyucu yeteneğine, düzenleyici yanına, kendini yenileme kapasitesine güvenmek zorundayız.

İlahi bilgiyi insan aklıyla ve yaşamla çatışacak biçimde değil, onunla uzlaşacak şekilde yorumlamak gerekiyor.

Geç de kalmış olsa aydınlanma sürecinin içinden İslam dünyası da geçiyor, geçmek zorunda.
Yeni anayasa konuşuluyor.

Sizce burada dini bir atıf olmalı mı?
- Anayasa bu ülkenin geleceğini belirleyecek, umuyorum siyaset ve bürokrasi, saray içi entrikalarla, ayak oyunlarıyla ülkenin geleceğini karartmaz.

Çağdaş dünyada başımızı öne eğmeden, gururla ve dünyayla eşzamanlı yürüdüğümüzü hissedebileceğimiz bir anayasa yapmalıyız.

 

12.12.2015

https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/ducane-cundioglu-islam-dunyasi-ey-insanlar-deme-yetenegini-yitirdi-40026063

 

CADILAR BAYRAMI?

.   BİR GÜN CUMHURİYET, BİR HAFTA CADILAR .   Bir günlüğüne Cumhuriyet. .   Yalnızca bir gün. Bayraklarımızı çıkarıyoruz, şiirlerimizi okuyo...