31 Mayıs 2024 Cuma

VATAN

 .    VATAN

Adonis, “Kitap, Hitap, Hakikat”1 adlı kitabının 143. sayfasında şöyle yazar: 

- “Araplar olarak çoğumuz vatan ile dini birleştiririz.

Bu nedenle milliyetçilik ile dindarlığı da birbirine karıştırırız. Ama vatan ‘tek’ dindarlık ‘çok’tur.”

Bu cümleyi okuyunca aynı sayfanın boşluğuna alışkanlığım gereği, ben de şunları yazmışım: 

- “Din vatan değildir. Vatanın olmadan dinin olabilir. Vatan sana din verebilir ama din sana vatan veremez!”

İslamın ilkesi olan “ümmet” düşüncesi de vatanı yok sayar.

Vatan yoksa, vatanın yoksa “hiç kimse”sin artık.

Belki dinin vardır ama din vatan değildir.

AKP’nin Cumhuriyetin fabrikalarını, limanlarını, madenlerini kolayca satmasının nedenini arıyorsanız o neden buradadır.

Türkiye’yi vatan saymıyor. 

“Biz neyi satacağımızı çok iyi biliriz!” diyor.

Peki neden satıyorsun, satmasını çok iyi bildiğin şey vatanın önemli bir parçası değil mi?

Bu yazıyı defterlerimden birine de aktarmışım.

Sayfanın bir yerinde “

- Sanayinin gelişmesinde din adamlarının bir dirhem katkısı yoktur. İnsanlık bilim ve fen ile insan olup dünyayı değiştirdi” diye yazmışım.

Bir ulusun bağımsız ve egemen olarak üzerinde yaşadığı yeryüzü parçasına ve onun havası ile karasularına vatan denir.

Bir kimsenin doğup büyüdüğü; bir milletin hâkim olarak üzerinde yaşadığı, barındığı, gerekirse uğrunda canını vereceği toprak.

Bir kimsenin yerleştiği yere de vatan denir.

Vatan ile yurt aynı anlamdadır.

Vatanın anlamı sadece sözlük anlamından ibaret değildir.

Vatan ırz ve namustur.

Vatan “milliyet”tir!

Ataların mezarları neredeyse orasıdır. 

Herkül Millas, Orhan Kemal Ödülü (2021) alan Aile Mezarı adlı romanında trajikomik vurgularla çok iyi anlatmıştır.

Cenazeler bu nedenle bulundukları yerlerden ata mezarlarının bulunduğu yere gömülmektedir. Ah, ölülerin vatanına sahip çıkıldığı gibi dirilerin vatanına da sahip çıkılsaydı!

“Vatan karnının doyduğu yerdir” derler ama “Doğduğun yerdir” daha ağır basar.

İsterseniz Rumeli göçmenlerine, Şeyh Şamil “muhacirleri”ne sorun.

Çerkeslerin sesi Ürdün’den bile gelir. 

“Sürgün” demek “yitirilmiş vatan” anlamına gelir ve roman, tiyatro ve film konusudur.

1917 Komünist Sovyet Devrimi özellikle birçok edebiyat yapıtına analık etmiştir. 

“Rumeli göçmenleri” yakın tarihimizde önemli bir yere sahiptir.

Göçmen gittiği yeri aşılar, bulaşıcıdır.

Çerkesler ve Sefarad Yahudileri geldikleri Türkiye’ye kültürel ve ekonomik katkıda bulundular.

“Vatan” sadece toprak değildir:

Kokudur, sestir, sessizliktir, gürültüdür, yemek içmektir, ekmek kokusudur, rakı kokusudur. Geçenlerde, televiyonda dolaşırken bir programa düştüm.

Adam 1970-80’lerde Karadeniz’den kalkıp Fransa’nın Normandiya’sında benim çok sevdiğim Rouen’a düşmüş.

Çoluk çocuk, torun, torun çocuğu, takım taklavat, koskoca bir horanta, toplanmışlar.

Adam Karadeniz ağzıyla konuşuyor, horoz gibi kabarmakta, karısı bir tencereye salmış kepçeyi muhlamayı lastik gibi sündürmekte, odayı vatana döndürmekte.

Demek ki vatan yanında taşıyıp gezdirdiğin bir kutsallık.

Bazlamayı bilir misiniz?

Kadınlar ocağın önünde sacda etmek atarken arada bir 20-25 santim çapında bazlama yaparlar; içine tulum peyniri, soğan ve maydanozdan oluşan malzemeyi koyup “sıkma” yaparlar Toros köylerinde.

Şimdilerde, buna şehirliler “dürüm” diyorlar.

Bu sıkma da vatandır benim için.

Vatan sevilir, sayılır, korunur.

Ona ihanet etmek ölümden beterdir.

Vatana ihanet sadece düşmanla işbirliği yapmak değildir.

Beşli onlu çete oluşturup servet yapmaktır; hepsi vatan olan fabrikaları, üretim araçlarını batan geminin malı gibi satmaktır; eş dost, hısım akraba kayırıp nepotizm yapmaktır, beş kuruşluk bir kutu kibriti 15 kuruşa satın alıp 10 kuruşu arada kırışmaktır.

Çocukken, dedemin Toroslar’daki köy evinin damında yer yatağında yatıp el mesafeme gelen yıldızları toplayarak uyurdum.

Uyuduğum o güzel uykular da vatandır.

AKP’nin fabrikaları, limanları, ülkenin hayatını, madenlerini kumara basmalarının nedenlerini soruyorsanız, o neden buradadır, Türkiye’yi vatan saymıyorlar!

Sözünü ettiğim defterde şunlar da yazılı:

- “Din vatan değildir.

Vatanın olmadan dinin olabilir.

Vatan sana bir din verebilir ama din sana vatan veremez.”

Gerçekten dindar olan vatanını hor kullanmaz, yoksul “vatan+daş”larını aç bırakmaz.

.   .   Özdemir İnce,  28 Mayıs 2024 Salı

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/vatan-2211260

 

29 Mayıs 2024 Çarşamba

GEZİ PARKI OLAYLARI

     Gezİ Parkı olayları

27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan, devamında yaşananlarla birlikte Türkiye’nin ve hatta dünyanın toplumsal protesto tarihine geçen Gezi Parkı olayları; siyaset, demokrasi, seçim, sandık, iktidar, muhalefet, halk, devlet gibi kavramları yeniden tartışmaya açması bakımından oldukça önemli bir süreci başlatmıştır.

Nasıl birdenbire toplumu tam da ortasından bölen büyük bir hadise hâline geldi? Kimler, bu süreçte nasıl etkili oldu?

Bu sorulara doğru cevaplar verebilmek için Gezi Parkı olaylarının nasıl kıvılcımlandığına ve nereye evrildiğine, bu bağlamda da olayların sebep-sonuç ilişkilerine bakmak gerekmektedir

Taksim Gezi Parkı’ndaki protestolar, “tarihimize sahip çıkıyoruz” iddiasıyla hareket eden siyasî iktidarın Topçu Kışlası’nın yeniden inşası çerçevesinde başlattığı yıkım faaliyetine bu yeşil alanın betonlaştırılmasını istemeyen duyarlı çevreci vatandaşların itiraz etmesiyle başlamıştır.

Ağaçların kesilmesine, yeşilin örtülmesine ve buraya Topçu Kışlası -daha sonra AVM (alışveriş merkezi) ve cami de işin içine girdi- yapılmasına tepki duyan duyarlı vatandaşların Gezi Parkı’nda toplanarak tepkilerini dile getirmesi, bunun üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 29 Mayıs tarihinde

“Bu iş bitecek!”

şeklindeki sözleri sarf etmesi olayın fitilini ateşlemiş, sonrasında polisin aldığı emir doğrultusunda  göstericilere sert tutum takınması, oradaki çadırları zabıtalarla birlikte yakması, gaz bombası kullanarak eylemcileri dağıtmaya girişmesi olayları şirazeden çıkarmıştır.

Polisin göstericilere orantısız güç kullanması, gösterileri gazla, TOMA’lardan sıkılan tazyikli sularla bastırmaya kalkması göstericilerin tepkilerini daha da artırmış, siyasî iktidar temsilcilerinin göstericilere karşı kullandığı “çapulcu” gibi hitaplar ile

“Yüzde elliyi zor tutuyorum”,

“Bu saatten sonra Taksim’dekiler teröristtir”,

“Ayaklar ne zamandan beri baş oldu?”

gibi talihsiz açıklamalar eylemcileri daha da hırslandırmıştır.

Gezi Parkı olaylarını ganimet bilen “marjinal” grupların protestocuların içine karışmasıyla birlikte karşılıklı şiddetin arttığı bir sürece girilmiş, böylece Gezi Parkı’nda başlayan gösteriler ülke sathına yayılmış, kontrolden çıkmıştır.

Siyasî iktidarın bu gösterilere tepki olarak düzenlediği mitingler ise işin tuzu biberi olmuş, toplumun ikiye bölünmesine, tepkisel hareketlerin birbirini tetiklemesine yol açmış, istenmeyen pek çok hadisenin yaşanmasına sebebiyet vermiştir.

Olaylar sonunda 5 kişi hayatını kaybetmiş, binlerce vatandaş, polis yaralanmış, bini aşkın kişi hakkında adlî işlem yapılmış, ülke geneline yayılan gösterilerle mesele uluslararası arenada da önemli bir hadise hâline gelmiştir.

Hem hükümet kanadından hem de Cumhurbaşkanı tarafından “mesajın alındığı”na dair beyanatlar verilmesi de, Başbakan Erdoğan’ın sanatçılarla ve göstericileri temsilen oluşturulan Taksim heyetiyle görüşmeleri de, hatta Gezi Parkı ile ilgili referandum sözleri de olayların durmasını sağlamamıştır.

Eylemler daha sonra “duran adam”, “sarılan insan”, “Park meclisleri” gibi pasif itaatsizlik şeklinde yorumlanan bir sürece girmiştir.

Gezi Parkı ekseninde yaşananların arka planını farklı dünya görüşüne mensup kişiler çok farklı biçimlerde değerlendirmektedirler.

Bu olayı yalnızca bir “çevreci hareket”, halkın kentine sahip çıkması olarak görenler olduğu gibi, olayların büyüyerek ülke geneline yayılması sonrası Gezi Parkı’nda yaşananları mevcut iktidarın baskılarına, yanlış uygulamalarına, çarpık yönetim anlayışına, otoriterleşme eğilimine karşı bir direniş olarak görenler de çıkmıştır.

Hatta bunu yeni bir politik hareket olarak değerlendirenler de olmuştur.

Bu nedenledir ki, bir sanatçının bu olaylarda başrol oynayan sosyal medya ağlarından biri olan twitter’dan attığı

“Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı”

şeklindeki mesajı, Gezi protestolarının bu boyutunu ortaya koyan, iktidara dönük rahatsızlığın sembol cümlelerinden biri hâline gelmiştir.

İktidar da bu söylem üzerinden yeni “siyaset” ve yeni “mağduriyetler” oluşturma, nihayetinde “yeni komplo teorileri” kurma yoluna gitmiş ve kutuplaşmanın zeminini daha da katılaştırmıştır.

Gezi Parkı eylemi, ilk görüntü itibarıyla, parktaki ağaçların sökülmesine karşı çıkan birkaç çevreci aktivist ile başladı.

Daha sonra hem İstanbul’un pek çok bölgesinde hem de ülkenin diğer şehirlerinde bu kitle büyük kalabalıklara dönüştü, toplumun pek çok kesimini kapsayan bir halk hareketi hâlini aldı.

Peki Gezi Parkı eylemlerinde gerçekte kimler vardı?

Bu soru belki de bu süreçte en çok sorulan ve eylemleri anlamamızı sağlayabilecek sorudur.

Orada bulunanların kimler olduğu, ne istediği ya da ne istemediği, kimin neye “direndiği” konusunda pek çok görüş serdedildi.

Kimi yazarlara göre bunlar canı sıkılan, bohem bir hayatın anlamsızlığını üzerinden atmak için kendini eylemde arayan güruhtu.

Kimine göre ise, orada bulunanlar çoğu aşırı uç örgüt, sendika ve kimi çevrecilerin içinde olduğu muhalifler koalisyonuydu.

Hatta “Olayların arkasında uluslararası Siyonizm ve Türkiye taşeronları var!” diyenler bile çıktı.

Bütün bu görüşlerin karşısında olanlar ise protesto eylemlerinin ilk günlerinde yapılan ilk ankette gönderme yapmaktaydılar.

Bu anketin sonuçlarına göre Gezi Parkı’nda yer alan eylemcilerin yüzde 9,6’sı 19-25; yüzde 24’ü 26-30 yaşları arasında ve yüzde 75,8’i eylemlere sokağa çıkarak katılan gençlerdi.

Bu eylemcilerin yüzde 53,7’si daha önce hiçbir kitlesel eyleme katılmamıştı, yüzde 70’i ise kendini hiçbir siyasî partiye yakın hissetmiyordu.

Orada bulunanların yalnızca yüzde 15,3’ü kendini bir siyasî partiye yakın buluyordu.

Bu açıdan bakıldığında, Gezi Parkı eylemleri, büyük oranda apolitik bir grup tarafından gerçekleştirilmiş görünmektedir.

Bahsi geçen ankette yer alan

-“Eylemciler hangi gerekçelerle burada bulunuyorlardı?”

sorusu ve bu soruya verilen cevaplar da eylemin ilk çıkış noktasını anlamak için sağlıklı veriler sunabilecek ve tartışmaları aydınlatabilecek bir nitelik arz etmektedir.

Buna göre, eylemcilerin protestolara destek vermelerinde Başbakan’ın otoriter tavrı, polisin protestoculara uyguladığı orantısız güç, demokratik hakların ihlâl edilmesi, medyanın suskunluğu, ağaçların kesilmesi ilk sıralarda yer alırken, siyasî bir hareketin yönlendirmesiyle eylemlere katıldığını söyleyenlerin oranı ise oldukça düşüktür.

Gezi Parkı eyleminde bulunanların büyük çoğunluğunun kendilerini “özgürlükçü”, “laik” ve “apolitik” olarak tanımladığı görülmektedir.

Gezi Parkı’nda bulunanların büyük çoğunluğunun “darbe karşıtı” olduğu da bu ankette yer almaktadır.

Burada özellikle “darbe karşıtlığı” vurgusu büyük önem taşımaktadır.

Katılımcıların bu cevabı, Gezi Parkı eylemcilerinin, 2007 yılındaki Cumhuriyet mitinglerine katılanlardan farklı tutulmaya yönelik bir kaygıyla hareket ettikleri ve bu anlamda eylemin yalnızca demokratik talepler olarak algılanmasını istedikleri görülmektedir.

Anketteki bu ilk görüntü ve söylem, eylemin ilk günlerindeki toplumsal desteğin büyüklüğünün en önemli nedenlerinden biri olarak not edilmelidir.

Ancak -daha sonra bahsedileceği üzere- bu profil eylem süresince önemli değişikliklere uğramış ve zamanla toplumsal desteğin azalmasına yol açmıştır.

Özellikle şiddet sarmalının içine girilmesi, eylemcilerle esnaf arasındaki yakın temas, molotof kokteylli eylemciler, onların karşısında palalı saldırganlar, vb. Gezi Parkı olaylarının çehresini değiştirmiş ve ona bambaşka bir boyut kazandırmıştır.

Gezi Parkı olayları kapsamında adından en çok söz ettiren 90 kuşağına17 ayrı bir bahis açmak ve bu kuşağı biraz olsun ayrıntılı bir şekilde irdelemek gerekmektedir.

Çünkü Gezi Parkı eyleminde en çok konuşulan kitle hiç şüphesiz pek çok kişinin “apolitik” olarak nitelendirdiği, hatta “duyarsız, sorumsuz” gibi yakıştırmalarda bulunduğu 90 kuşağıydı.

Gezi Parkı eylemcileri arasında 1990’lı yıllarda doğan ve hayatlarının yarısını mevcut iktidar döneminde geçiren bir kuşağın büyük oranda yer aldığı görülmektedir.

Apolitik gençlik olarak adlandırılan bu neslin birdenbire böylesine büyük bir toplumsal olayın merkezine oturması, siyasî iktidar karşısında twitter ve facebook gibi sosyal medya araçlarını ve “ekşi sözlük”, “zaytung” gibi internet sitelerine özgü mizahı kullanarak önemli bir güce dönüşmesi, Gezi Parkı olaylarının irdelenmeye değer en önemli yanlarından birisi olmuştur.

Bu kuşak Gezi Parkı protestolarında bugüne kadar hiç görmediğimiz yöntemleri kullanarak, sloganlarıyla, sosyal medya kullanımıyla, mizah anlayışıyla, müziğiyle herkesi oldukça şaşırtmış, çoğu kimsenin hiç karşılaşmadığı farklı bir muhalefet anlayışını ortaya koymuştur.

Gezi Parkı protestolarının tam anlamıyla niteliğini çözebilmek için “Y” kuşağı adı da verilen bu neslin kimlerden oluştuğunu, nasıl bir ruh hâline sahip olduğunu, hangi saiklerle hareket ettiğini iyi analiz etmek gerekmektedir.

Ülkenin kaderinde söz sahibi olmak isteyen herhangi bir siyasî hareket, böylesi bir analiz sayesinde, kendisini nasıl bir siyasî-toplumsal yapının beklediğini de görebilecektir. “Y” kuşağı 1990’lı yıllarda doğan, dijital dünyada büyüyen, aşırı bireyselleşmiş, her türlü otoritenin, baskıcı anlayışın karşısında tavır alan bir nesil olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu kuşağın en bariz özelliği topluma “dijital vatandaşlık bağı”yla bağlı olmalarıdır. 90’ların kimlik tanımlamaları, hayata bakışları, itirazları, beğenileri, itirazları incelendiğinde, bu kuşağın siyasî iktidar tarafından “baş belâsı”19 olarak ilân edilen sosyal medya vasıtasıyla mümeyyiz hâle geldiği, bu gençlerin hayatlarının büyük bir bölümünün sosyal medyayla iştigal ederek geçtiği görülmektedir.

Kendilerini ifade ederken, sistemin yanlışlıklarını eleştirirken bunu sosyal medya aracılığıyla, müzikle, dansla, resimle, karikatürle yapan, her biri kendini özel kabul eden, kendi düşüncelerine saygı duyulması gerektiğini ifade eden bu kuşak için en iyi tanımlardan birisi de “Harry Potter kuşağı” olmalıdır.

90 kuşağının büyük bir bölümünün Harry Potter serisini okuduğu bilinmektedir ve bu seriyi okuyanların bariz bir özelliği dikkat çekmektedir.

Bu roman serisinde maceranın içinde yer alanların çoğu anti-kahramandır.

Bu romanlarda fantastik ancak şiddet içermeyen, lider kültü yerine herkesin bir şeyler yapabildiği, herkesin farklı bir yeteneğe sahip olduğu karakterler yer almaktadır.

Bu nedenledir ki, Gezi Parkı olayında protestocularla onların karşısında yer alanlar diye bir çetele tutulduğunda, karşı tarafta pek çok siyasî, adlî, bürokratik baskın figür sayılabilirken, protestocularda öne çıkan, liderliğe soyunan, tırnak içinde “kahraman” diyebileceğimiz bir karaktere rastlanmadığı görülmektedir.

Gezi Parkı olaylarının kontrol altına alınamamasının sebeplerinden birisi de budur.

Her biri kendisini yeterli gören, özgüveni olan, ancak hiçbir şekilde liderliğe soyunmayan bir neslin çoğunluğunu oluşturduğu eylemde doğrudan bir “elebaşı” bulmak çok zordur; çünkü orada bulunanlardan kimse kendisini öyle tanımlamamaktadır.

Böyle bir karakter olmadığı için de önceki toplumsal olayların tecrübesi burada işlememiştir.

Siyasî iktidar açısından oturup konuşabileceği, tabir-i caizse “kafalayabileceği”, daha da ileri gidilirse bir “makam” ya da “mevki” vererek uzlaşabileceği bir lider olmadığı için, eylemcilerin olmayan bir elebaşının sözlerini dinleyerek eylemlerini sona erdirmesi mümkün olmamıştır.

Başbakan Erdoğan’ın kendisini eleştirenlere “Kiminle muhatap olayım?” diye feryat etmesi biraz bundan dolayıdır.

“Eylemin başındaki adam kimdi?”

sorusunun cevabı verilemediği için, Gezi Parkı eylemi bugüne kadar yaşanan halk hareketlerinden çok farklı bir eylem olarak tarihe geçmiş durumdadır.

Gezi Parkı’ndaki eylemlerin böylesine yayılmasının sebeplerinden bir diğeri de eylemlerde başrol oynayan bu kuşağın çok farklı bir talebinin olmasıdır.

Esasında bahse konu talep, mevcut siyasî iktidarın anlamakta gerçekten zorlandığı bir talep olmuştur. İstikrar, maddî rahatlık, konformizm üzerine kurulu hayatları “yaşanılabilir en iyi hayatlar” olarak tanımlayan, 1980 öncesinde şâhit olduğu yaşadığı “kaos”un korkusunu sürekli içinde taşıyan eski kuşağın çok da hoşuna gitmeyen bir taleptir aslında söz konusu olan.

Gezi Parkı eylemlerinde yer alan ve çoğunluğunu “Y” kuşağının oluşturduğu eylemciler, insanların hayatlarında sadece düzen istemediklerini, özgürlüğü ve kendini ifade edebilmeyi pek çok şeyin üzerinde tuttuklarını, bu nedenle de burada olduklarını dile getirmişlerdir.

Eylemcileri “kadir kıymet bilmeyen kitleler” olarak niteleyen siyasî iktidar, meseleye doğru teşhis koymakta zorlanmıştır.

Bilhassa Başbakan Erdoğan’ın her şeyi maddiyata indirgeyen şu talihsiz sözleri, olayların neden bu aşamaya geldiğinin ipuçlarını sunmaktadır:

- “Her şeyi verdik. Bunların kadir kıymet diye bir kaygıları da yok.

Esnaf bunlardan illallah dedi, vatandaş bunlardan illallah dedi. Üniversite öğrencilerini sokağa döküyorlar.

Bazı rektör, dekan ve öğretim üyeleri.

Bu öğrencilere bunca imkânı veren iktidar AK Parti iktidarı değil mi?

Yurtsa, tarihinde görmediği yurtları yaptık.

Burs ise, tarihinde en yüksek burs rakamlarını verdik.

Ey öğrenciler, eğer solcuysan komünist ülkelerde de göremezsin. Harçları kaldıran da bu iktidar!”

Gezi Parkı eylemlerinin ilk safhasında öne çıkanlar bir kısım çevreci aktivistle birlikte olaya müdahil olan “Y” kuşağıdır.

Ancak, olay daha sonra reel-politik nitelikli bir hâl alınca, arenada yeni yüzler kendini göstermeye başlamış ve mesele bir anlamda “siyasî bilek güreşi”ne dönüştürülmüştür.

Bunda siyasî iktidarın Gezi Parkı’nın kendisine karşı bir komplo olduğunu iddia etmesi, iktidara yakın gazeteci ve yazarların bu minvalde yazılar kaleme almaya başlaması ve nihayetinde siyasî iktidarın karşı mitingler düzenlemesi oldukça etkili olmuştur.

Bu nedenledir ki Gezi Parkı eylemci profili de bu süreçle birlikte büyük oranda değişmiş, farklı bir çehreye bürünmüştür.

Hükümetin protestoları sertlikle bastırmaya yönelik tutumu belirginleştikçe, çevreci aktivistlerin ve “Y” kuşağının yanı sıra, kimi futbol taraftarı gruplar, kimi siyasî partiler, kimi sivil toplum örgütleri, sonrasında da kimi marjinal gruplar ve terör örgütleri Gezi Parkı eylemlerine kitlesel destek sağlamışlardır.

Çevrecilerin ve “Y” kuşağının hemen ardından eyleme sonradan dâhil olan gruplardan birisi; eski-yeni hesaplaşmasının tam da ortasında duran, “Beyaz Türk olarak adlandırılan, bazen “Cumhuriyet elitleri” şeklinde ifade edilen, hayat tarzlarına müdahale edildiğini düşünen, kendilerini Kemalist olarak tanımlayan ve çoğunlukla eski statükonun temsilcileri olarak görülen kesimdir.

Özellikle iktidar sözcüleri, bu grubun orada bulunmasını fırsat bilerek, Gezi Parkı olaylarının “Yeni Türkiye”ye dönük bir operasyon olduğunu ve olayların bizzat bu grup tarafından organize edildiğini iddia etmişlerdir.

Onlara göre bu grup, eski vesayetçi sistemi yeniden getirmek için böyle bir kalkışmaya girişmiş, başlatılan “çözüm süreci”ni kesintiye uğratmak amacıyla bu protestolar bu grup tarafından bizzat düzenlenmiştir.

İktidar borazanlığına teşne bu kalemlere göre amaç, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan “Arap Baharı”na benzer bir “Türk Baharı” yaratmak ve hükümetin istifasını sağlamaktır.

Uzun zamandır ortak menfaatleri gereği birlikte hareket eden, 2010 yılında yapılan referandumda “yetmez ama evet’” diyen sol-liberal kesimlerin de bu olayla birlikte siyasî iktidarla kıymış oldukları “geçici nikâhı” sonlandırdıkları, Gezi Parkı eylemcilerinden yana tavır koydukları görülmektedir.

Örneğin, iktidarın “Kürt açılımı” gibi projelerine destek veren Çengiz Çandar, Başbakan’ın “karizmasını çizdirmiş” olduğunu yazarken; Hasan Cemal bir yazısında Başbakan’a şöyle seslenmiştir:

“Tuttuğun yol yol değil; bu kafayla ne barış, ne de demokrasi gelir!”

Ayrıca bugüne kadar siyasî iktidarı destekleyen, ideolojik olarak iktidara yakın duran kimi muhafazakâr/cemaat tipi oluşumların daha önceleri başlayan eleştirilerinin, Gezi Parkı olayları dolayısıyla zirveye çıktığı görülmektedir.

Bu kesimler tarafından iktidarın otoriterleşmesine vurgu yapıldığı dikkat çekmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın protestoculara yönelik “yüzde elli”, “sandık” “marjinal gruplar” çıkışlarına karşı “millî iradenin yüzde elliden ibaret olmadığı” ve “kimin marjinal ya da kimin merkez olduğuna siyasî iktidarın karar veremeyeceği” mesajını içeren yazılar, söz konusu yapılara yakın gazetelerde sık sık yayınlanmaya başlamıştır.

Siyasî iktidarın mazlumdan yana değil güçlüden yana tavır aldığını ifade ederek bu durumu “Karunlaşmak” olarak niteleyen, kendilerine “anti-kapitalist Müslümanlar” adını veren, Ramazan ayı süresince alternatif “Yeryüzü iftarları” düzenleyen muhafazakâr bir kesimin de Gezi Parkı protestocularının içinde yer aldığı görülmektedir.

Gezi Parkı’nın diğer bir bileşeni de Alevîler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mayıs 2013 günü gerçekleşen 3’üncü Boğaz Köprüsü inşaatının temel atma töreninde Başbakan Erdoğan,

“Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız!”

 şeklindeki açıklamasıyla bir bakıma Gezi Parkı olaylarının fitilini ateşlemiştir.

O gün 3’üncü Köprü’ye Yavuz Sultan Selim Köprüsü adının verilmesi ve bu isme gösterilen Alevî tepkisi, siyasî iktidarın çarpık Suriye politikası gibi nedenlerle de birleşerek Alevî vatandaşların Gezi Parkı olaylarının içinde yer almasında etkili olmuştur.

Gezi Parkı olaylarında hayatını kaybeden üç vatandaşın Alevî oluşu da bu tezi doğrular niteliktedir.

Gezi Parkı eylemlerinin en başında gösterilere mührünü vuran, elinde Türk bayrağı taşıyan, temelde özel yaşam ve cumhuriyet gibi kaygıları nedeniyle sokağa inen apolitik kitle hükümetin manipülasyonları sonucunda zamanla daha az görünür hâle gelmiş, meydanları marjinal gruplar, terör örgütü mensupları ve yandaşları doldurmaya başlamıştır.

Özellikle de İmralı’da mukim terörist-başından gelen “Direnişi anlamlı buluyor ve selâmlıyorum.

Elbette ki bu duruş yeni bir siyasal kırılma yaratmıştır.

Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere de kendini kullandırmamalı.

Bu hareketin onların denetimine girmesine Türkiyeli demokrat, devrimci, yurtsever ve ilerici çevreler izin vermemelidir!”  

mesajıyla birlikte eylem bir başka aşamaya evrilmiştir.

“Her yer Taksim her yer direniş”,

“Hükümet istifa” ve

“Çapulcular demokrasi istiyor”

gibi sloganların yanına -her ne kadar orijinal protestocular buna karşı dursalar da

“Öcalan’a özgürlük”

sloganları dâhil olmuş, ortalarda Öcalan posterleri görülmeye başlanmış, Gezi Parkı eylemci profili böylece çok farklı bir yöne doğru kaymıştır.

Gerek Öcalan’ın zamanlaması tuhaf beyanında gerekse terör örgütü yandaşlarının epeyce bekledikten sonra Taksim’e inişlerinde kimlerin parmağı olduğu, devletin bazı birimlerinin bu harekete geçmede yönlendirici rolünün bulunup bulunmadığı elbette ki ilerleyen yollarda çok tartışılacaktır.

Ancak tartışılmayacak olan husus şudur ki, Gezi Parkı eylemleriyle ilgili en önemli kırılma bu andan sonra yaşanmıştır.

Öcalan’ın söz konusu açıklamaları ve terör örgütü mensuplarının Taksim’deki bilindik şiddet içerikli eylemleri, bir anlamda Gezi Parkı eylemlerini hükümetin haksız uygulamalarına yönelik eylemler olmaktan çıkarmış, siyasî iktidarın kolayca manipüle edebileceği bir noktaya getirmiştir.

Siyasî iktidar tarafından dillendirilen “Terörist-başının posterleriyle Atatürk posterlerinin yan yana durduğu” eleştirisi, hükümetin Gezi Parkı eylemcilerine karşı kullandığı “faiz lobilerinin taşeronları” argümanından çok daha etkili olmuş, Gezi Parkı eylemleri toplumsal desteğini bu nedenle giderek yitirmiştir.

PEKİ MESELE SADECE “GEZİ PARKI” DEĞİLSE NEYDİ?

SONUÇ

Çok farklı kesimlerin içinde olduğu, hakkında çok farklı görüşlerin serdedildiği Gezi Parkı olayları; sonuçları itibarıyla hem sosyolojik hem de politik olarak dikkatle değerlendirilmesi gereken, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerini de şekillendirecek ve adından çokça söz ettirecek toplumsal hareketlerden birisi olarak tanımlanmayı fazlasıyla hak etmiştir.

Yaşanan süreçte siyasî irade tarafından ilk önce “bir avuç çapulcu” sıfatıyla anılan, sonrasında “faiz lobisi”nden “dış mihraklar”a kadar geniş bir hakaret yelpazesiyle eleştirilen Gezi Parkı eylemcilerinin profilinin bir hayli heterojen olduğu açıktır.

İşin içinde “Zello”, CNN International ile BBC’nin de olduğu iddia edilerek Sırbistan’daki CIA’ye bağlı bir örgüte, oradan da ABD’deki neo-con düşünce kuruluşlarına kadar bağlantı kurulan eylemciler ile onların “çözüm süreci”yle ilişkilendirilen eylemleri, kendi başına oldukça sofistike bir nitelik arz etmektedir.

Eylemciler açısından; otoriterleşen iktidara, özel hayata müdahaleye, demokrasinin yalnızca sandıktan ibaret olmadığına ve iktidara bu anlamda “sokaklarda” bir ders verilmesi gerektiğine dair düşüncelere göndermede bulunan bir durum vardır.

Ancak özellikle sonradan “sahaya inen” bazı grupların tek derdinin şiddet ve devlet otoritesini yıpratmak olduğu da dikkat çekmektedir.

Eylemcilerin sokaklara dökülmesine neden olan sosyal dinamikler bugün hâlen varlığını sürdürmektedir.

Siyasî iktidarın ise, ülkeyi yangın yerine çevirebilecek kıvılcımları söndürmek yerine, bu kıvılcımları aleve döndürecek kavgacı üslûbundan vazgeçmediği görülmektedir.

Bu şartlar altında, yeniden ciddî bir toplumsal kutuplaşma eğiliminin habercisi olabilecek Gezi Parkı olaylarının başka yönleriyle de ele alınması, siyasî tutum belirleme açısından önem taşımaktadır.

Politika belirleyicilerin konuyu ele alırken; olayların patlak vermesinden kısa bir süre önce yaşanan Reyhanlı saldırısının hükümetin itibarını/güvenirliğini sarsmış olduğunu, 3. Boğaz Köprüsü'ne koyulacak isim ve PKK ile yürütülen müzakere süreci gibi çeşitli konular etrafında şekillenen tartışmaların toplumda kutuplaşmalara yol açtığını ve hükümete karşı bir “öfke birikimi”nin yaşandığı gerçeğini dikkate almaları gerekmektedir.

Ne var ki, hükümetin toplumu kutuplaştıran söyleminin devam ediyor olması ve öfkeyle sarf edilen"tencere-tava çalan komşularınızı mahkemeye verin" tarzındaki açıklamalar, yaşananlardan ders çıkarılmadığına dair haklı kaygılara yol açmaktadır

KAYNAK:.......................................................................................

https://www.tasav.org/media/k2/attachments/analiz_4_shy_4_gezi_parki_yIGIt_son.pdf

28 Mayıs 2024 Salı

GELECEK DÜNYA, GELECEK KUŞAK

 .   GELECEK DÜNYA, GELECEK KUŞAK: ALFA KUŞAĞI

“Kuşaklar,  demokratik kurallar uygulanıp bilimsel gelişmeler takip edilirse, kendi dünyalarını yaşantılarına uygun bir şekilde oluşturabilirler.”

Bu yıl 2011 doğumlu öğrencilerimiz ilkokula başlayacaklar.

Bu başlangıç aynı zamanda 15 yıl sürecek olan alfa kuşağının ilk temsilcileri olarak süreç içerisinde farklı özellikleri ile biz öğretmenlerin dikkatini çekeceklerdir.

Kim bu Alfa Kuşağı, neden bu şekilde isimlendirildiler, nelerden hoşlanırlar, nasıl öğrenirler, nasıl eğlenirler, gelecek için planlama yaparken biz neler yapmalıyız.

Bu yazı hafta sonu  Alfa kuşağı ile ilgili yaptığım okumalardan elde edilen bilgilerden oluşmaktadır.

'' NEDEN ALFA KUŞAĞI ''

Avusturalyalı nüfus bilimci Mark McCrindle, 2010’dan sonra doğan çocukların Alfa kuşağı olarak isimlendiriyor.

Alfa kuşağı tablet bilgisayarlarla büyüyen, akıllı telefonsuz bir hayatı bilmeyen, saniyeler içinde düşüncelerini internete aktarabilen, bugüne kadarki ‘en fazla dönüştürme’ yeteneğine sahip kuşak olarak dikkat çekiyor.

Bugün 6 yaşına kadar olan çocuklar, dokunmanın öne çıktığı teknolojileri kullanarak büyüyorlar ve dokunmanın verdiği yakınlık nedeniyle onlar teknolojiyi, gerektiğinde kullanılacak bir şey olarak değil de kendi hayatlarının doğal bir parçası olarak görüyorlar ve bunlar kendi yaşadıklarından farklı bir dünyanın olmasına imkân olmadığını sanıyorlar; eski hiç yokmuş gibi düşünebiliyorlar.

İşte bu öğrenciler alacakları eğitimlerle, oluşturacakları kendi çağlarının gerçeklikleriyle mücadele edecek bir anlayış kazanmaya çalışacaklar.

Esas soru burada geliyor aslında X ve Y kuşağı karışımı olan öğretmenler Alfa kuşağı çocuklarının eğitimleri için ne kadar hazırlar.

Kuşak tanımını TDK:

-“ Yaklaşık olarak aynı yıllarda doğmuş, aynı çağın şartlarını, dolayısıyla birbirine benzer sıkıntıları, kaderleri paylaşmış, benzer ödevlerle yükümlü olmuş kişilerin topluluğu, yaklaşık yirmi beş, otuz yıllık yaş kümelerini oluşturan bireyler öbeği, göbek, nesil, batın, jenerasyon” olarak açıklamaktadır.

 Aynı kuşağı paylaşan kişiler içinde bulundukları dönemin ekonomik koşullarından, eğitim olanaklarından, teknolojisinden etkilenmekte ve olayları algılamaları ve değerlendirmeleri, hayattan beklentileri, kişilik yapıları bir önceki kuşaktan farklılaşmaktadır.

İçinde bulunduğumuz zaman aralığında farklı kuşaklar bir arada yaşamakta, dolayısıyla kuşaklar arasındaki özellikler gerek aile ve gerekse iş hayatında çatışmalara sebep olmaktadır.

Kuşakların sınıflandırılması amacıyla yapılan çalışmalarda, kuşaklara has özelliklerin kültürden kültüre farklılaştığı, tarih aralıklarının da her toplum için aynı olamayacağı, ayrıca aynı kuşak bireylerinin hepsinde aynı özelliklerin bulunamayacağı kanısına varılmış olsa da toplumun çeşitli katmanlarında kuşak çatışmalarının yaşandığı yadsınamaz.

KUŞAK ÖZELLİKLERİNE KISACA BAKALIM?

Sessiz kuşak / Gelenekselciler 1925 - 1945 arasında doğmuş olanlardır.

Büyükannelerimiz, büyük babalarımız bu dönemin üyeleridir.

2. Dünya savaşı sırasında doğmuş olan bu kuşağın üyeleri tüm dünyadaki ekonomik bunalımdan, kıtlıktan, yokluktan, işsizlikten etkilenerek risk almaktan hoşlanmayan, tedbirli davranışlar sergileyen bireylerdir.

Geleceğe yönelik endişe ve güven arayışı onları ekonomik yönden para biriktirmeye, tutumlu olmaya, gereksiz yere harcama yapmamaya yöneltmiştir.

İş hayatında da denge ve güven arayışları içindedirler, bu yüzden bu dönemde özellikle devlet dairesinde çalışmak veya maaşlı bir iş sahibi olmak önemlidir.

Girdikleri işte uzun süre çalışmayı tercih etmişlerdir.

Kendilerine verilen görevleri sessizce kabul etmiş ve yerine getirmişlerdir.

Otorite kabul ettikleri kişilere karşı son derece saygılıdırlar, kendileri de saygı beklerler. Aralarında yüksek eğitim alanlar olduğu gibi lise mezunu olmak o dönemde iyi bir eğitim olarak kabul edilmiştir.

Günümüzde bir kısmı hala iş hayatında üst mevkilerde çalışmaktadırlar.

Teknolojiye pek uyum sağlayamamakta gerekli bilgiyi kağıttan okumayı tercih etmektedirler.

“Bebek Patlaması” kuşağı  

2. Dünya Savaşının ardından 1946 – 1964 yılları arasında nüfus patlaması yaşanmıştır ve bu tarihler arasında doğanlar için kullanılmaktadır.

Bu dönemde savaş bitmiş, ekonomik yönden rahatlamayla birlikte politik, siyasi değişiklikler yaşanmıştır.

Türkiye’de de dünyada olduğu gibi radyo altın çağını yaşamakta, yavaş yavaş evlere buzdolabı, merdaneli çamaşır makinesi girmeye başlamıştır.

Teknolojik gelişim hızla ilerlemiş televizyon, elektrikli aletler evlerde kullanılmaya başlanmış, iş yerlerinde üretimi artmasını sağlamıştır.

Bilgisayarlar, cep telefonları ve internet iş ve eğitim hayatında önemli rol oynamaya başlamışsa da bebek patlaması kuşağı bireylerinin büyük kısmı bu konuda zorluk yaşamaktadır.

Bu grubun üyeleri de otoriteye saygılıdır.  

İş hayatında idealist, sadık, çalışkandırlar, uzun süre aynı iş yerinde çalışabilirler.

Maaşlı çalışmayı tercih ederler, takım çalışmasına yatkındırlar.

Bu dönemde yaşam kalitesinin yükseldiği, sağlık, tatil, güzellik ve bakım harcamalarının arttığı görülmektedir.

Beklentileri rahat bir emeklilik olan bireylerin çoğu emekli maaşlarıyla geçinmeye çalışmakta ve maaşlarının azlığından yakınmaktadırlar.

Yüz yüze iletişimi tercih etseler de cep telefonunu da iletişim aracı olarak kullanabilirler.

Eğitim açısından geleneksel kuşağın devamı gibi görebiliriz, öğretmeni otorite olarak yaşamlarında önemli bir yere koyarlar.

Öğrenme tercihleri soru-cevap, geribildirim ve derse katılımdır.

Sorunlarının çözümünde kendi deneyimlerinden ve daha önce sorunun başkaları tarafından nasıl çözüldüğüne göre yöntem ararlar.  

Bencillik, iş koliklik, kuralcılık olumsuz özellikler olarak sayılabilir.

Bazı kaynaklarda “çalışmak için yaşamak”  sözlerinin bu grubu tam olarak tanımladığı söylenmektedir.

X kuşağı 1965 – 1979 yılları arasında doğan bireylerin oluşturduğu gruptur.

Bu dönem çocukları ekonomide durgunluğa, petrol krizine, globalleşmeye, teknolojinin hızlı gelişiminin sonucu yeni icatlara ve buluşlara uyum sağlamaya çalışmışlardır.

Doğdukları andan itibaren çamaşır makineleri, buzdolaplarına, radyo, kasetçalar ve pikapla karşılaşmış, küçük yaşlarda televizyonla tanışmışlardır.

Bilgisayarların iş dünyasında önemli hale gelmesiyle değişen iş koşullarına  uyum sağlamışlar, teknolojiyi zorunlu oldukları için kullanmaya başlamışlar ve  bir kısmı başarıyla kullanmaktadır. Genel olarak kurallara uyumlu, çalışkan, sağduyulu bireylerdir.

Kendilerine güvenirler, esnektirler, çok stresli işlerden kaçınmakta daha çok keyif alacakları işlerde çalışmayı tercih etmektedirler.

Gelecek endişesi yaşamakta, maaşlı ve iş garantisi olan işler önemlidir, kendilerini bireysel emeklilik, özel sağlık sigortası gibi bazı yatırımlarla garanti altına almaya çalışmışlardır.

Kadınlar da iş hayatında yer almıştır.

Evliliklerde boşanmalar daha çok görülmeye başlamıştır.

İletişim şekli olarak e–posta ve cep telefonlarını kullanmaktadırlar. 

Eğitim açısından bakarsak; öğretmen bir idol olmaktan çıkmış, kendi kendilerini okuyarak, çalışarak yetiştirmek isteyen, e – öğrenme sistemini kullanan bireylerdir.

Kendilerinden ne istendiğini tam olarak bilerek ilerlemek istemekteler.

Meslek seçimleri üniversite sınavından aldıkları puanla belirlenen bu nesil yaşamak için çalışmaktadırlar.

Şu anda bir kısmı iş hayatında yönetici pozisyonundadır.

Y kuşağı: milenyum kuşağı, indigo çocuklar gibi farklı isimlerle de anılan bu dönem 1980 – 2000 yılları arasında doğan bireylerdir.

Y kuşağı genellikle çekirdek ailelerde yetişmişlerdir, ilgi odağı olmaya alışmış olan bu bireylerin hayattan beklentileri de çok yüksektir.  

Kabaca dörtte birinin ebeveynlerinden en az biri üniversite mezunudur, aralarında boşanmış ebeveyne sahip olanlar da neredeyse üçte bir oranındadır.

Kendilerini beğenirler, kendilerine fazla güvenirler,  bireyci ve girişimcidirler.

Çok çalışmaktan hoşlanmazlar ama çoğu daha iş hayatına atılır atılmaz en üst mevkiye gelmeyi hedeflemektedir.

İyi eğitimli, zeki, özgürlüğüne düşkün, otoriteye karşı agresif tutum içinde olan Y kuşağı bireyleri için teknolojiyi çok iyi kullanan, sosyal medya hayranı kişiler diyebiliriz.

Aşağı yukarı 5 – 6 yaşlarında bilgisayarla karşılaşmışlardır.

Akıllı telefonlarla, mesajlarla, e postayla,  internetle, bilgisayar oyunlarıyla, twitter, facebook, instagram ve selfie’ile iç içe büyüyen, anında arkadaşlarıyla haberleşebilen, kendini sosyal medya sayesinde ifade edebilen bir nesil.

Aynı anda birçok işi yapabilme kapasitesine sahipler.

Takım çalışmasına yatkın, değişime çabuk ayak uyduran, hızlı düşünebilen, çabuk bilgi sahibi olabilen bireyler aynı hızla yaptıkları işten sıkılmaktadırlar. 

Eğitim yaşamlarında bir önceki nesle göre çok daha fazla sınava girdiler.

İyi bir eğitim almak uğruna dershaneye gitmek, özel öğretmenden ders almak zorunda kalan Y kuşağı kendini daha ilkokul sıralarında rekabetçi bir ortam içinde bulmuştur.

Bir yandan ailelerin beklentisini karşılamak, bir yandan ergenlik sorunlarıyla uğraşmak ve sınav başarısına odaklanmak bu bireylerin büyük bir kısmının sınav kaygısı hissetmelerine neden olmuştur.

Gerek eğitim gerekse iş hayatında problem çözme süreçlerinde interneti kullanmayı ve beyin fırtınası yapmayı tercih ederler.

Günümüzde eğitimine devam edenlerin olsun, iş hayatında çalışanların olsun en büyük sıkıntıları eğitimcilerinin ve üstlerinin kendilerini anlayamamış olmasıdır.

Ülkemiz nüfusunun % 35’ ini oluşturan Y kuşağı çalışanları sıklıkla iş değiştirebilirler.  

İş yaşamıyla özel yaşamlarını dengede tutmaya çalışırlar.

En önemli özelliklerinden biri de hayali ürünlere, hayali projelere prim vermemek somut olanlarla ilgilenmektir.

İş hayatında üstlerine sordukları soruların cevabını almak ister geçiştirilmekten hoşlanmazlar.

Düşündükleri hemen ve şimdi olmalıdır.

Çünkü gelecekle ilgili belirsizlik içindedirler.

Z - Kuşağı 2001 yılından sonra doğanlar ve 2020 yılına kadar doğacak olanları kapsayacak bir dönemin bireyleridir.  

Henüz iş hayatına atılmadılar, eğitimlerine devam ediyorlar. İnternet teknolojisine gözlerini açtılar.

Çoğunun ailesi aşırı korumacı, sokak oyunlarıyla ilgileri yok, oyuncakları ı-pad, çoğunun akıllı telefonu var, fiziksel olarak yalnızlar, her an birbirleriyle iletişim kurabiliyorlar.

Sosyal gelişim onlar için bu demek.

Aynı anda birçok iş yapabilme becerileri daha da gelişmiş halde.  

Dikkat ve konsantrasyon sorunları yaşıyorlar.

Eğitimde ezberi sevmiyorlar, oyun haline getirildiğinde daha kolay öğreniyorlar.

Yaratıcılıklarını kullanabildikleri çalışmalar onlar için daha uygun görünüyor.

Kendi arzuları ve hedefleri doğrultusunda bağımsız karar verip, sonuç odaklı hareket ediyorlar.

Çevrelerinde olan bitenlerin farkındalar.

En büyük sorunları mobil teknolojinin eğlencesinden kopup ders çalışmak gibi görünüyor.  

Bu durum okulda başarılarının düşmesine neden oluyor.  

İnternet bağımlılığı kavramı genellikle bu kuşak çocukları için kullanılıyor.

Klasik eğitim ortamları onlar için uygun görünmüyor.  

Z kuşağı çocukları araştırmayı, bilgiyi çeşitli kaynaklardan aldıktan sonra, sunum yapmayı seviyorlar.  

Türkiye nüfusunun  % 18’ ini oluşturmakta olan ve daha sonra doğacakları da düşünerek bu nesil için eğitim alanında köklü değişikliklere gidilmesi şart gibi görünüyor.

Alfa Kuşağı

2025 yılında yaklaşık olarak 2 milyar kişiden oluşacak olan ve her hafta 2.5 milyon bireyin eklendiği yeni kuşak olarak Alfa kuşağı genel olarak;

*  Multitasking (aynı anda birden fazla işle meşgul),
*  Farklı, şu anda hiç bilmediğimiz, hatta aklımıza dahi gelemeyecek kadar bilinmedik, tuhaf ama yararlı (ve tabii ki zararlı) kişisel uzmanlık alanları geliştiren,
*   Görselleri, videoları, animasyonları, holografik iletişimi, eğlenceyi yazıya, konuşmaya tercih eden, düzlemsel okuyamayan, tek bir olaya fokuslanamayan,
*   Hafızaları fazla şeyi tutmayan, az konuşan, gerekmedikçe fiziksel buluşmalardan hoşlanmayan,
*   Sanal & robot & hologram arkadaşlarıyla daha iyi anlaşan, direkt kişisel kontaktan çok makinalar aracılığı ile iletişim kurmayı seçen, yani makinaları insanlara tercih eden
*   İhtiyacım olursa Google'a, dijital ya da robot asistanıma sorarım diyen,
*   Kendine odaklı, bireysel çalışmayı tercih eden, yaptıklarını hemen kişiselleştiren ve kolayca yayabilen, taahhüde girmekten, kendini bağlamaktan kaçınan ve bunun için çoğu zaman mobil/akıllı cihazlardan, robotlardan yararlanan,
*   Reset, Reload (baştan başlat, yeniden yükle vb.) nesli oldukları için hataların bir tuşa basılarak hemen düzelebileceğini, dünyanın değişebileceğini düşünen,
*  Dijital nesil oldukları için duyguları çok ve çabuk değişen, anında reaksiyon bekleyen, derhal övgü ve ödül almayı, her şeyi oyunlaştırmayı isteyen, kötü, eksik, yanlış, çirkin hissetmekten hiç hoşlanmayan,
*  Şimdide yaşayan ve her şeyin GR8 (great/ büyük/müthiş demek) olduğunu düşünen,
*  Beyinleri üzerlerine akan binlerce bilgi, uyaran ve mesajla aşırı (hiper) uyarılmış, dikkatleri, algıları ve konsantrasyonları sığ,
*  Daha becerikli, daha akıllı ancak çoğunlukla geniş çaplı düşünmeyi ve kültürel derinliği ihmal eden,
*  Her türlü siyasi, ailevi, askeri, mesleki, statü vb. ile ilintili otoriteyi reddeden,
*  Ciddi anlamda doğa mahrumiyeti çeken, düzensiz beslenen, doğal gıdalardan çok; en kolay, hızlı yiyip, içebileceği pratik şeyleri tercih eden, hatta kendi yiyeceğini basan,
*  Yabancı dil işini anında çeviri yapan giyilebilir hatta beyne monte edilebilir tercüme aparatlarıyla çözen, milliyet, din, ulus, etnik köken vb. aidiyet unsurlarını önemsemeyen,  dünya vatandaşı olan,
*  Öğrenmesi gerekenleri genetik modifikasyonlarla ya da Matrix filmindeki gibi hazır bilgi, beceri yüklemeleri ile kazanan, buluttaki okula giden, robot/hologra/sanal öğretmeninden, danışmanından destek alan,
*  Ölümü hastalık, bir arıza gibi düşünen, ölmeyeceğine inanan, çünkü genetik ve nano teknolojilerle tüm canlıların arızalarının giderilebileceğini, hastalıkların iyileştirebileceğine inanan
bir nesil geliyor. 

Gelecek alfa kuşağı, her şeyi hibrit ''MELEZ'' olarak algılayacak ve etrafında bulunan yaşam etkilerini,yaşam becerilerini, geşmiş ve güncel bilgileri birleştirerek yeni ve işlevsel bir yaşam formu oluşturacaktır.

Güvenlik gelecek kuşağın yaşamında elektronik güvenlik daha etkili bir yapı içerinde yer alacaktır.

Tatil anlayışlarında kısa zamanda yapılan şehir içi aktivitelere yönelik çalışmalar hız kazanacaktır.

Eğer  geleceğe yön veren bir eğitim anlayışımız olsun istiyorsak, tüm bireysel ve toplumsal kaynaklarımızı bilime, teknolojiye, ekolojiye, insanlığa, insanca yaşamı geliştirmeye harcamalıyız.

Öğrenme ve geliştirme seferberliği ilan etmeli, gelecek yüzyılın bireylerini yetiştirmeliyiz.

ALFA KUŞAĞI EĞİTİM KURUMLARI NASIL OLMALIDIR ?

Alfa kuşağı gelişimine ve değişimine hazır, yarınların neler getirebileceğini tahmin edebilen, yetiştirdiği Z kuşağın da ilerisini görebilen eğitim kurumlarının öğrencileri olmak isteyeceklerdir.

Gelişim ve değişimi tamamlayamayan eğitim kurumları ''Z plus'' eğitim kurumları olmaktan öteye gidemeyecektir.

Okullar ve eğitim kurumları, teknolojinin içine doğan yeni neslin hızını, bireyselliğini, birçok işi aynı anda yapmaya çalışmalarını, çalışma ortamında özgürlüğe ihtiyaç duymalarını, dijital yolla sosyalleşebilmelerini, her konuda açıklama beklemelerini anlamalı ve eğitim programlarını şimdiden buna göre yapılandırmalıdır.

Eğitim ve öğretim anlayışı olarak  bireysel farklılıklara yönelik, kişilere özel programlar geliştirmelidir.

Her bir bireyin kendi içinde fark yaratmasını sağlayacak olanaklar yaratmalıdır.

Geliştireceğimiz ve uygulamalarla,  hedefimiz Alfa kuşağında toplumsal yaşamın ortak paylaşımına ilgi uyandırmak, önceki kuşaklarla uyumlaşmayı kolaylaştıracak ortamlar hazırlamak olmalıdır".

Alfa Kuşağı,  isterse, ilgi duyarsa öğrenecek ve kendini geliştirecektir.

Okulda kazandıkları değerler ve donanım Alfa kuşağında   beraber yaşama ve üretme inancı oluşturmalıdır.

Bu çalışmalar ile Alfa kuşağının kendi potansiyelini bulmasına, kullanmasına ve kendini gerçekleştirmesine zemin hazırlayacaktır. 

Peki kendimize dönüp soralım o zaman

''Biz  Alfa kuşağını eğitmeye ve gelecek zaman için hazırlamaya ne kadar hazırız?''

 ' Bu yazı, kişisel olarak oluşan merak sonrası hafta sonu yapılan okumalar sonrasında oluşan bilgilerin paylaşımı ve bu konuda arayışta olan herkes için  okunan bilgilerin bir araya getirilmesi ile yazılmıştır.''

.   Esen kalın...

http://user.orav.org.tr/blogger/ugurozeren/page/43603/--alfa-kusagi---gelecek-dunya--gelecek-kusak

 

CADILAR BAYRAMI?

.   BİR GÜN CUMHURİYET, BİR HAFTA CADILAR .   Bir günlüğüne Cumhuriyet. .   Yalnızca bir gün. Bayraklarımızı çıkarıyoruz, şiirlerimizi okuyo...